(b)
Sabahı olmasaydı şu gecenin, ne kaybederdim kendimden başka. Anlamını yitirmiş hislerim, her gün aynı cümleyi kurmaktan sıkılmayan zihnim ve hep yarım kalmaya çözüm bulmak için çırpınan bedenim huzura ererdi belki. Aynı döngüde çırpınan irademin ölmeye bile güç yetirememesi bundan. Bazılarının yaşarken çoğalttığı anlamı, bazıları ölümleriyle nihayete erdiriyor. Benim varlığımın ise var olmaktan başka bir anlam taşımadığı şu dünyada, ölümümle de bir şey eksiltmeyeceğim.
En çok da bu yoruyor ya… Otuz dokuz yaşını bir ay geçmişken, bahçede cıvıldaşan kuşlara yazdığım şiirin üzerinden iki yıl geçmişken, umutla açtığım pencerenin perdesi, üst katın akıtan banyosunun altında sararmış bir kefene dönmüşken, ben bu dünya bahrinde behresini almadan göçüp gideceğim.
Sahi neden beyazdır kefen? Siyahken hisler, kalpler, sözler ve gözler, neden beyaz kefen? Ahdim olsun bir bâd-ı sabâ gibi geldiğinde ölüm, bedbin suratlara bakıp burası çok mavi diyeceğim!
Umuduma, yarınlarıma, ilmek ilmek işlediğim temiz hislerimin aydınlığına set kuranlar duysun sesimi, duysun gökdelenlerin kral dairelerinde gökyüzünü de satın aldığını düşünen bezirgânlar; kolonları kesilmiş ve deniz kumuyla doldurulmuş bir binanın zemin altı katında, güneşi karşı dairenin penceresindeki yansımada yarım saat görebilen ben, göremediğim tüm mavilikler adına burası çok mavi diyeceğim!
İsyan değil bu… Haşa… Mutlak adalete iman, iman bâsübâdelmevte. Neyse sustum. Konu sen olunca, susuyorum… Haddimi aşalı kaç yıl olmuş bilmeden, haddimin hudutsuz hadsizliklerinde bile konu sen olunca susuyorum. Sen bitmişliğime, hiçliğime, basiretsizliğime ve ayağıma dolanan bunca bukağıya rağmen kaybetmekten korktuğum yegâne şeysin. Benim sitemim olmayanlara, hiç olamayacaklara, olması mümkün olabilme ihtimalinin bile olabilirlik ihtimalinin mümkünsüzlüğünden başka bir şey olmayan ne varsa… Kutupta açan güneş, çölde yağan kar, enflasyonda tek hane, insanda vicdan, erik dalında üzüm…
Evet kabullendim.
Yaş ilerledikçe kabullenilmesi zor gerçekler tokat gibi çarpıyor ya insanın yüzüne, bağnazca bağlandığım yanlışları bu yüzden baldıran şerbeti yapıp içirdim kendime. Kabullendim iyi bir evde yaşamayacağımı ve siyah saçlı o peri güzeliyle aynı yastığı paylaşamayacağımı. Kabullendim üç harfli bir maket zincirinden aldığım asgari ücretin geri kalanıyla, bir şeylere erişemeyeceğimi.
Aslında iyi gelir, büyük yankı uyandırır diye düşünmüştüm yazdığım kitabın. İyi şairler ölmüş, iyi şiirler yazılmıştı çünkü. Lirizm cıvıklaşmış, İkinci Yeni özentisi şiirler dört bir yanı sarmıştı. Post modern zımbırtılar tornadan çıkmış ruhsuz şiirler sunarken önümüze, toplumcu gerçekçilik, toplumdan ve gerçeklikten bir haberdi. Benim şiirlerim farklıydı. İmge dolu derin bir sağaltım, biraz metafizik, biraz aşk, biraz anlam arayışı… Katmanlı yapısıyla varlık ve boşluk arasında gidip gelen bir devinimsel ahenk…
İlk baskı, bin adet… Editörlük, mizanpaj, tasarım ve baskı dahil yirmi bin lira. Kitabın adı ezelden belli, “Bühtân”. Kapakta kuyu, bir ip ve ayna. Önsözde şiirin manifestosu ve “olduramadıklarımıza…” diye bir giriş. Her şey planlı, kötü günler için sakladığım son param ve “Bayağı Kesir Yayınevi” editörüyle imzalanan sözleşme…
Yayınevi dediysem, beş kitap bastırmış… Editör dediysem, emekli matematik öğretmeni, amatör şair Hadi Balaban… Her şey planlı dediysem, “Kardeş sen kitapları boş odana koy, sipariş geldikçe bandrolünü basar yollarsın” anlayışı. Yüz tanesi eş, dost, akrabaya hediye… Bir kısmı, yerel kitap fuarlarında çok yerel yazarlarla beraber yapılan imza gününde gidenler. Okul programları, söyleşide eriyenleri ve online mağazadan yanlışlıkla sipariş edilenleri de işin içine katarsak, geride kalan yüzlerce kitap ve büyük bir hezeyan…
Ah ulan Mücahit, insan nasıl bu kadar bakar kör olabilir? Neredengörülmüş kendi kitabını parayla bastırma şeyi… Yıllardır uyumadan hayalini kurduğun, bağrı yanık hislerle ılık yaşlar akıttığın, orada burada ballandıra ballandıra anlattığın, toz konduramadığın, bataklık nergisi misali burjuva edebiyatına yeni kapılar açacağını sandığın o şiirleri, senden gayrı kim okudu, söyle! Şiir sevdan, aceleciliğin ve başına buyrukluğun yüzünden ne hale geldi?
Neyse ne, olan oldu… Hesap kitap konusunda hep kaybetmeye mahkûm bir kader benimki. Aklı da kalbi de baliğ olmamış bir yolcunun basiretsizliği deyip, konuyu kapatalım. Hatırladıkça öfkeleniyor yazıya, şiire, başat edebiyatın cümlesine düşman kesiliyorum yoksa. Hem yenilgiden çok ne var ki şu hayatımda. Ben ki yenilgilerin bahadırı, ben ki başına buyruklar şehrinin mücahidi.
Her gün zihnimde dönüp dolanan bu muhasebenin bir faydasının olmadığını da biliyorum. Ama elimde değil. Her şeyin az olanı hayatıma kader diye yazıldığından beridir, ben de elimdekileri çoğaltarak anlamlandırmayı deniyorum, hepsi bu. Var olmak, varlığımı haykırmak için elimde bir tek bu kaldı: “Ben Mücahit, şair, asgari döngüde keşfedilmeyi bekleyen bir cevher…”
Yine içsel muhasebeye dalıp, işleri aksattık. Bugünkü söyleşiyi de unutmamam lâzım. Yaşayan en iyi şairlerden Lütfi Mısragiller’in nadiren yaptığı söyleşilerden biri. İşten erken çıkıp, mekâna gidip önlerden yer kapmak şart. Benim kitaplardan da üç beş tane alıp götürürüm. Sanat-sepet tayfadan gelenlere imzalayıp veririz. En iyi reklam kendi yaptığın reklamdır. Hem ne demiş şair; “Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.”
“Gençler, ben şarküteri reyonunu düzenleyip yerleştirdim.”
“Eline sağlık Mücahit abi.”
“Müdürle konuştum, bugün iki saat erken çıkacağım bilginiz olsun.”
“Abi, bakliyat reyonu kaldı, onu kim düzenleyecek?”
“Ulan bir işi de kendiniz halledin be! Neyse onu da halledip çıkarım…”
“Mücahit abi…”
“Ne var oğlum?”
“Varlığına bitimsiz şükranlar abi…”
‘b’den sonra ‘c’ gelir
Mekân tıklım tıklım! Şuraya gelenler bile almışsa kitabı, ikinci baskı garanti. Tamam, adam iyi şair, dili de sağlam ama hani vasat kitapları da yok değil. Gerçi büyük yazar ve şairlerin avantajı da bu galiba, bir iki kitabı tuttuktan sonra geri kalanlar kendiliğinden satıyor. Diğer değişkenler de var tabii, adam doğuştan şanslı bir kere. Entelektüel ve seçkin bir ailede büyümüş, estetik zevki için edebiyat ile ilgilenmiş. Edebiyat haricinde geriye kalan her şeyi o kadar tam ki adamın, yarının derdi tasası olmadan üretmiş babam üretmiş! İdeolojik duruşu da es geçmemek lâzım. Ne kadar iyi şair olursan ol, bazılarına yakın değilsen kendinden söz ettirmek kolay değil! Yoksa nice şair tanıdım, Lütfi Mısragiller’i belâgat kapısında kekeme bırakır.
İçerisi çok havasız, yanımda oturan iki genç de durmadan konuşuyor. Ruhum daraldı vallahi! Gelse de işimize gücümüze baksak. Gözlerim tanıdık sima arıyor ama bin bir ayak bir ayak üstüne şu ortamda, kime ulaşabilirsin ki? Bak bak, geliyor… Yine takmış balköpüğü rengindeki fularını, yanındaki bed çehre suratlı da meşhur yayınevinin sahibi… Seninle görüşeceğiz boyalı basın tüccarı, elbet bir gün görüşeceğiz!
“Değerli misafirler, günümüz şiirin en önemli temsilcilerinden, düşünce adamı ve şair Lütfi Mısragiller’i sahneye davet ediyoruz. Kıymetli yazarımız söyleşiden sonra kitaplarını imzalayacaktır.”
Adam güzel konuşuyor hoş konuşuyor da yanımdaki iki genç susmuyor ki ağız tadıyla dinleyelim. Uyarsam mı şunları? Bıçkın çocuklar, edebiyattan da pek anlıyor gibi değiller… Hay Allah ya…
“Merhaba gençler, nasılsınız?”
“İyidir abi, siz nasılsınız?”
“Gençler tanıyor musunuz Lütfi Mısragiller’i?”
“Tabii, abi hayranıyız.”
“O zaman beraber susup dinleyelim de biraz istifade edelim ne dersiniz?”
“Ya abi, yanlış anlamazsan bir şey soracağım?”
“Sor bakalım…”
“Abi, biz bu buruşuk adamı tanımayız, şiirden de pek anlamayız ama bir sebepten mecbur kaldık, geldik. Üniversite öğrencisiyiz, benim adım Şakir, bu da Afgan sınıf arkadaşım Raşhid. Biz bu adamın kırk kitaplık setini ondan istemeye geldik, rica etsek bize hediye eder mi acaba?”
Çocukların derdini dinleyip susturdum. Söyleşiden sonra da sözleştik, kendi kitabımı imzalayıp hediye edeceğim. Âdem elmasında dövme olan bariz Anadolu çocuğu, diğeri de ülkesinden kaçıp buraya sığınmış biçare bir oğlan. Heyecanlı, hareketli bebeler… Bunlar edebiyat dünyasındaki mümtaz şahsiyetlerin kibrine alışkın değiller. Gururları kırılmasın diye uygun dille anlatmaya çalıştım durumu.
“Mücahit abi, sağ olasın yol yordam gösterdin.”
“Oğlum, böyle bir şey yapılır mı? Sizdeki de iyi cesaret… Ben size kendi kitabımı imzalayıp, hediye edeyim. Numara mı da alın, sizin işi çözmeye çalışayım. Belki bir sponsor buluruz.”
“Var ol be abi!”
“Şakir ve Raşhid’i şiir vesilesiyle buluşturana bitimsiz şükranlarla… Mücahit…”
Şu dünyada bir vesileyle kiminle kesişse yolum, ya gariban parasız pulsuz ya da derde dûçar insanlar… Zengini bile benle tanışmadan kısa bir süre evvel iflas edip öyle geldi. Derdini ben çekeyim diye de bir ton borçla üstelik. Sonra yok efendim şiirlerimde klişeye kaçmışım da sıradan insanların sıkıntılarından bahsediyor muşum. Parlak, güzel ve süslü dertlerimiz vardı da biz mi yazmadık? Neyse ne! Bizim sermayemiz de bu. Ne güzel demiş Fuzuli; “Derdime vâkıf değil cânân beni handân bilir. / Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilir. / Söylesem te’siri yok sussam gönül râzı değil. / Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah’ım bilir.”
Enes Can