Çatı katındaki sandığı ilk kez açtığımda, on yedi yaşındaydım. Sandığın kapağını açar açmaz, yayılan naftalin kokusu tüm odayı sarmıştı. Annemle, ara ara sandığı açar içindeki eşyalara bakar, geçmişi yâd ederdik.
O gün İstanbul’dan misafirlerimiz gelecekti. Kuru yufkaları almak için çatı katına çıkmıştık. Sıcacık, mis gibi köy böreği yapacaktık. İki yanı iplerle tavana asılmış, tahtanın üzerinde, inci taneleri gibi üst üste dizilmiş, örtüyle kaplı kuru yufkalar bizi bekliyordu. Her misafire mutlaka kuru yufkadan börek yapardık. Kuru yufkalar imece usulü hazırlanırdı. Komşular bir araya gelir, hamuru açar, sacın kızgın ateşinde pişirir, sonra kuruyan yufkaları kış boyu saklarlardı. Bu yufkalar da tıpkı insanlar gibi dayanışmanın sıcaklığıyla çoğalırlardı.
Mübadele döneminde göç eden atalarımın, ardında bırakamayıp yanına alabileceği birkaç eşya ve kahverengi valiz sandığın yanı başında öylece duruyordu. Tarih kitaplarında okuduklarımdan öte, bizzat ailemin yaşanmış hikayesiydi onlar. Göz göze gelir gelmez, birden, istemsizce yıllar öncesine gittim.
1923 yılı, mübadele rüzgarlarının yürek burkan şiddetiyle estiği bir dönemdi. Kayalar kasabasında kök salmış ailemiz için, toprağa veda vakti yaklaşmıştı. Rumeli köyünde doğan dedem, çocukluğunun bir kısmını orada geçirmişti. Ailemiz için büyük bir değişimin ayak sesleri duyuluyordu. Artık göç vakti gelmişti…
Türk-Yunan Mübadele Sözleşmesi’nin ardından herkesin huzuru kaçmıştı. Evlerinden, akrabalarından, komşularından ayrı düşmüş; bilmedikleri diyarlarda, karahindiba çiçeğinin tohumları gibi vatanın her bir köşesine uçuşup dağılmaya ve yeniden yuva kurmaya başlamışlardı.
Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi şiiri o dönem yazılmış mıydı, bilinmez… O gemi liman alırken, geride kim bilir kimleri bırakmıştı?
O sabah liman, kopan hayatların sesiyle yankılanıyormuş. Ağlayan kadınlar, dua eden yaşlılar… Gemi limandan ayrılırken dedem, Yunanistan topraklarının ufukta yavaş yavaş kaybolduğunu söylerdi. Çocukluklarının geçtiği sokaklar, evlerinin taş duvarları birer birer silinmişti gözlerinden. Tıpkı bir devrin sessizce kapanışı gibi… Göç etmek sadece ayakların işi değil, kalbin de hicretiydi.
Kimse konuşmamış. Belki de içlerinde kopan fırtınaların gürültüsü sessizliği bastırmıştı. Önce İstanbul’a ardından Anadolu’nun dört bir yanına dağılmışlar. Onlara “Muhacir” demişler.
Yerlerinden edilen bu insanlar, Anadolu’nun farklı köşelerine dağıtılırken nice zorluklarla yüz yüze kalmışlardı. Yol bilmeden, rehbersiz, mihmandarsız çıktıkları uzun yolculuklarda açlıkla, hastalıkla, ölümle imtihan edilmişlerdi. Büyüklerimin dilinden defalarca dinlediğim bu hikayeler, çocukluğumun masalları değil, yüreğimi sızlatan acı gerçeklerdi. Böylece çocukluğum göçe sürgün hayatların hikayeleri eşliğinde şekillendi.
Çocukluğumda, babaannemin dizine başımı koyar, anlattığı hikayeleri dinleyerek uykuya dalardım. Dedem Alzheimer’ın puslu dünyasında bizi unutmaya başladığında, ona ulaşmanın tek yolunun edebiyat olduğunu fark etmiştim. Hikâyeler okuyarak zihninde küçük bir kapı aralıyordum. Unutmanın kalın duvarlarında, kelimeler ince bir çatlak açıyor ve ben o çatlağın içinden içeriye sızabiliyordum.
Eskiden Rumlara ait olan hastane, mübadele döneminde dedemlere ev olarak tahsis edilmişti. Babaannem, rayları gıcırdayan divana gövdesini bıraktığında, taş kesilmiş yastıklara sırtını yaslar, pencerenin önünden akan dereyi izlerdi. Suyu buz gibi akan dereye, çocukken ayaklarımızı batırır, içinde oynardık.
Dalmışım yine eskilere… İnsan geçmişini unutamıyor, gördüğü eşya, kokladığı koku, tattığı yemek, anılara doğru yolculuğa çıkarıyor.
Annemle kuru yufkaları alıp, mutfağa indik. Misafirler gelmek üzere. Bana, böreğin harcını hazırlamak kalmıştı. Büyük masamız salonu kaplardı ama ucuna yan masalar da eklersek ancak sığabiliyorduk. Kalabalık bir aileyiz. “Bu muhacirler, iftar çadırı gibi uzun masalara ancak sığıyorlar,” derdi komşularımız. Sohbetin, neşenin, kahkahaların eksik olmadığı sofralarda geçti çocukluğum.
“Beş tane okuyamazsınız peş peşe ama bence bir tane mani bilin,” derdi babaannem. Annemle babaannem evde mânilerle atışırdı.
Günlük hayatını manilerle süsleyen annem bir elinde tepsi, bir elinde tutacak ile, hemen bir mâni patlattı.
“Eski camii direk ister, söylemeye yürek ister,
Benim karnım toktur ama misafirim börek ister.” diyerek, elindeki tepsiyi fırına sürdü.
Zil çaldı. Misafirlerimiz gelmişti. Masada birer birer yerlerimizi alırken, fırından çıkan böreğin kokusu bütün eve yayıldı. Kuru yufka göçmenlerin hikâyelerine benziyordu. İncecik açılmış, kurutulmuş, sabırla saklanmış…
Yıllar sonra suyla buluşunca yeniden can bulan yufka gibi, göçle savrulan insanlar da, yeni topraklarda kök salıyordu, hamurun ateşle buluşup, böreğe dönüşmesi gibi. Soframızda açılan börek, bir yemek olmanın ötesinde özlemlerin ve dayanışmanın yeniden yoğrulduğu ritüeldi. Tıpkı kuru yufkanın fırında böreğe dönüşüp yeniden can bulması gibi, göçle savrulan hayatlar da yeni vatanlarında, sıcak sofralarda ve paylaşılan anılarda, yeniden hayat buluyordu.
Aynur Macit
13 Yorum