Bir Kapı Önünde Ayartılan Dertler

Kadının biri bağırıyor. Bir elinde çocuk, başka bir çocuk elbisesini çekiştiriyor. Yolun ağzı bir yerde, bir kapı önünde kadınların, kocaların, ağabeylerin ve bazen de dedelerin, babaanne ve anneannelerin nöbetleşe çocuk beklediği bir hengâmenin orta yeri. Hava soğuk. Kış da kapıda. Yağmur yağdı yağacak. Aniden frenleyen arabalar, korna sesleri, öfkeyle yükselen sesler, sabırlı bekleyişin gelip toslamak üzere olduğu tahammül sınırı, ayaküstü dedikodu çeviren birkaç kişinin arkasında saf tutar gibi bekleyen kulak misafirleri…

–  Kapı ne zaman açılacak?

–  Buradan mı alıyoruz çocukları?

–  Saat beş dedilerdi, geçiyor

–  Bu soğukta bu kadar da bekletilmez ki?

–   Bu nasıl okul böyle?

–  Eğitim bitmiş!

Havaya sıkılan ve muhatabını hiç bulamayacak onlarca sorunun boş kovanlarını yerden toplarken buluyorum kendimi. Beni mazur görün buranın yabancısıyım. Neredeyse hiç kimse oralı olmuyor. Kendi kendimle hesaplaşma hatasına düşüyorum sonra.

– Sen hey sen, sana diyorum!

– Ben mi, bana mı seslendiniz?

– Evet, elindekiler ne öyle, hiç utanmıyor musun cevapsız soruları toplamaya?

– Aaa! Bu utanılacak bir şey mi bayım?

– Bay mı o ne? Hem sen çocuk beklemiyor musun burada?

– Evet bekliyorum fakat sizler gibi uzmanlaşmış değilim.

– Sen bir iki yıl daha gel de o zaman ben seni görürüm, ne sorular, ne kavgalar ne sataşmalar…

– Peki. Gelecekten haber verdiğiniz için teşekkür ederim.

– Bunlar hep tecrübe hemşerim, gelecekten filan değil.

– Peki öyle diyelim.

Benimle konuşmasını keser kesmez “Ne oluyor orada, itişip kakışmayın yaşlılar var!” diye bağırmaya başlayan adam, hemen önündekinin omzuna yaslanıp ön sıralara doğru ilerleyerek karışan yumağı çözeceğini sandı. Yanıldığını görmesi kısa sürse de yanıldığını anlaması çok daha uzun sürecek gibiydi. Hemen her gün devam eden bu kargaşanın bir çıkmaza doğru sürüklendiğini bir tek ben mi görebiliyordum? Çocukları birer tazı gibi gören ebeveynlerin papağana dönüştüğü bu yerde kabuğunu kırmak zorunda olduğuna inandırılmış ve kişiliğine uymayacak başkaca deliliklere doğru ayartılan kalabalığı dizginleyecek bir neden aramaya başlamıştım. Geciken zilin sonrasında açılan kapıya ulaşmak ve pazarcı esnafı gibi çığırtanların arasından sıyrılıp tazı olmadığına inandırmak zorunda olduğum çocuğumu alıp evin yolunu tutmak bana o gün daha neler hissettirdi bilemiyorum. İlk günün zorluğu muydu, yoksa benim kuruntularım mı devreye girmişti anlayamadım. Ertesi gün yine aynı manzarayla karşılaşacağımı bilmek ise en zoruydu.

Akşam olmak üzereydi. Eve varınca askıda kalmış kaç soruyu cevaplayacaktım bilemiyorum. Okul kapısı önündeki tantana kafamın içinde hâlâ devam ediyordu. Haberleri açtım. Yine türlü dertlerin çözülmeden katlanıp dürüldüğü açık oturumlar… Iğıl ığıl akan ekrana dalmış gidiyorken “Önümüz kış.” dedi hanım. Çocuğa kazak örmek için yün almış rengi konusunda kararsız kalmıştı. En az yarım saat aldığı üç rengin “farklı tonları daha mı iyi olurdu?” tartışması sürüp gitti. Aklım da sürüp gitti. Ben bu okul önü hengâmesine kaç gün dayanabilecektim? Asıl soru bu. Cevapsız sorularla yatağa kaçıncı girişim olduğunu hatırlamasam da hayatta bu kadar küçük bir yer tutan meselenin beni boğması kadar üzücü çok az şeyin olduğunu kabul ederek yarını kurguluyordum. Evet işte asıl olay buydu. Kurgulamak. Çok uzun zamandır kurgulayıp yaşadığımı farketsem de tam manasıyla buna neden ihtiyaç duyduğum konusunda kafam net değildi. Çok doğru bir tespit. Küçük meselelerin büyük yankılar oluşturduğu bir çağda hangimiz kurgumuzun esiri değiliz ki? Bakın en baba soru bu. Cevabı yok. Bir cevabın olması da gerekmiyor.  Sabah olduğunda yine kalkıp oğlumu okula götüreceğim. Tek gerçek bu. Sonra iş yoluna düşeceğim. İşten çıkış saatim okul çıkışına uymadığı için izin alıp, iki aktarma yaparak okul kapısının önüne varacağım. Bu her gün böyle sürecek. Okul servisi her şeyi çözebilirdi belki. Sanki bütün dertler sona erecekmiş gibi… Önümüzdeki aylarda dişten tırnaktan artabilirse bütün dertlerin çözüm ortağına yazılabiliriz belki. Şimdilik böyle devam edeceğiz. Okul kapısı önünde bekleyip duran herkes gibi… Gelgelelim bazı okulların önü şıkır şıkır. Ne bir bağırış ne bir kavga, ne bir heyecanlı bekleyiş… Her şey olması gerektiği gibi. Yolumun üzerinde böyle paralı bir okul bulunuyor. Önünden geçerken “acaba oğlum burada olmayı ister mi?” sorusu bile pahalı geliyor bana. Bir soru ne kadar pahalı olabilir ki? Hayatta ödemesi gerçekten zor sorular bulunur. Kimi sorular da bedeli ağır sorulardır. Zamanla daha iyi anlıyorum ki yanıtların önemsenmediği bir dünyada pahalı soruları sormanın imaj açısından tatlı bir yanı olsa da bunu önemsiyormuş gibi yapmanın konforu daha kıymetli. Ben sanırım ikinci grupta yer alıyorum.

– Zilin çalmasına daha ne kadar var?

– Çoktan çalmış olmalıydı.

– Havalar daha çok soğuyunca ne yapacağız?

– Havalar daha çok soğumuş olacak.

– Nasıl yani?

– Sen daha önce başka bir kapıda üşümedin galiba.

– hıı

– Bence hiç uğraşma, servise yazdır gitsin.

Zilin sesi, çocukların sesleri ve itiş kakışın getirdiği gerginlikten kopan homurtular yol kenarında seyyar tezgâh açmış birkaç âdemin bekleyişindeki sabırsızlığa karışırken benim gözümde dönüş yolu iki kere büyüyordu. Neyse ki büyük dertlerin uzağında, küçük anlaşmazlıklar tarafından ufak ufak ısırılan bir âdem olarak oğlumla birlikte eğitim öğretim hayatına yeniden merhaba diyenlerle birlikte kendimi yeniden doğmuş sayabilirdim artık.

Mehmet Erikli

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir