Şu

Beş dakika önce hiçbir şeyi yoktu. Evinden işine dönen, balkona çamaşır asan, sokakta boş boş gezen, şehrin orta yerinde kalabalığa karışmış veya şehirden sessizliğe kaçmış herhangi bir insan ne hissediyorsa öyleydi. Bazı duyguların adı yok işte. Var sanıyoruz ama yok. Yaklaşık bir isim verebiliyoruz. Durduk yere ağlamak geliyor içimden diyoruz mesela. Ağlamak değil o. Başka bir şey. Neden canın sıkkın diye soruyorlar, nedeni yok, bir hüzün çöktü içime diyoruz. Mutlu mesut, güle oynaya yapılan muhabbetin hemen ardından, öyle beş dakika sonra falan değil, birden, bir saniye sonra kişinin yüzü değişir, nefes alışları değişir, ağzındaki tat değişir ya öyle işte. Adı yok diyorum, adı olsaydı bir paragraf anlatmak zorunda kalmazdık, şu, derdik. Anlaşılırdı. Anlaşıldığı için çözüm de bulurduk. O yüzden çözümsüz, belirsiz, anlamsız ama içimizde bir yerlerde bizi tekme tokat döven bir şey işte.

O ana kadar her şeyi yapabilecek güçte olduğunu sanan insanın, içindeki ani duygu değişiminin nedenini kavrayamayacak kadar aciz olduğunu fark etmesi kadar aklı başa getiren bir şey yok. Durup düşünmek de çare olmuyor. Burak böyle yaptı çünkü. Bulamadı. İki dakika önce hızla ve sorunsuz yürüdüğü yolda, aniden içindeki tüm yaşama sevinci çekildi. Olduğu yerde durdu. Nereye gideceğini, ne yapacağını bildiği halde, elektrikler kesilmiş ve acaba herkesin elektriği kesilmiş mi diye perdeyi açıp dışarı bakan insan gibi etrafına bakınmaya, diğer insanların yüzlerine bakmaya başladı. Tüm insanların birbirine benzememek için uğraştığı, didindiği şu dünyada birbirine benzeyen binlerce yüz gördü. Onların elektriğinin kesilmediğini, sadece kendi sigortalarında bir sorun olduğunu anladı. Önünde durduğu banka oturup yoldan geçen araçları seyretti. Arada bir rüzgâr yüzünden suratına çarpan kravatının ucunu gömleğinin içine soktu. Kollarını dizlerine dayadı. Ne düşüneceğini bilmediği halde düşünceli bir hale büründü. Etrafın tüm gürültüsü çekilmeye başladı üzerinden. Kulağının dibinde bas bas bağıran şehir adım adım geri gitti. Görmediği bir güç tarafından bir kapsülün içine alınıyormuş gibi hissetti. Tüm şehir ses geçirmez ve görünmez bir duvarın ardında kalmış, şehrin sadece uğultuları duyuluyordu. Uğultuların arasında vücuduna çarpan rüzgârı hissediyordu. Uzaktan gelen sesler belli belirsizdi artık. Etrafına bakmayı kesti bir süre sonra. Binalar var, yığınla bina var, duruyorlar öyle. Yol var, araçlar var, duruyorlar kalkıyorlar, insanlar var, duruyorlar, yürüyorlar, duymuyorlar, düşünüyorlar bazı önemsiz şeyleri, düşünmüyorlar çok önemli şeyleri, yaşıyorlar istemedikleri gibi, yaşamak istiyorlar istedikleri gibi. Mümkün değil işte. Hatta ayağa kalkıp, Süpermen gibi gömleğini yırtarak tişörtünde yazılı olan “MÜMKÜN DEĞİL İŞTEEEE” yazısını göstermek ve bağırmak istiyor insanlara. Yapmıyor tabii. Çünkü içinde bir yerlerde henüz tarif edemediği duygu yüzünden… biliyorsunuz işte. Bu tarif edilemez duygu yüzünden evine gitmesi gerekirken bankta oturuyor zaten. Sinir sistemi kalkıp gitmiş, bütün eylemlerini unutmuş gibi öylece oturup beklemeyi seçiyor. Bir dakika önce hareket halindeyken, bankta oturduğu haline geçişini bir hamamböceğinin ani hareketlerine ve aniden duruşlarına benzetiyor. Kafka’ya selam çakıyor böyle düşünerek. Kafka’dan başlayarak bir şekilde bu dünyayı anlamaya çalışmış, anlayamamış, hatta bir ara anlayabileceğine o kadar inanmış ki, hah şimdi oluyor, geliyor bir şeyler diyerek heyecanla, birazdan gol atarak galibiyeti alacak futbol takımının taraftarı gibi yumruğunu ısırmış ve ayağa kalkmış ama bir anda her şeyin aynı olduğunu fark etmiş, aynı düzen aynı döngü içinde kendini bulmuş tüm yazarlara selam çakıyor. Siz olmasaydınız, diyor Burak. Sonra durup düşünüyor. Madem varlardı da bu kadar dandik yazar müsveddesi nasıl oldu da… Sözünü tamamlamıyor. Daha önce tamamlamıştı, bir işe yaramadı. Burak da yazardı bir zamanlar, gecenin bir yarısı başlayıp sabaha karşı gözleri kan çanağı tamamlamaya çalıştığı metinlerini kısacık uykusundan sonra tekrar okuduğunda “olmayanlar” çöplüğüne atardı. Günler sonra belki metin ortaya çıkarsa içine sinen gönderirdi bir yerlere. Kimse dönmezdi. Dönmeyenler daha çok sabahlamasına neden olurdu. Yaşamı düzeninden şaşmaya başlayınca ve olanlarla olmayanların birbirine eşit olduğunu anladığı bir anda, yığınla kitabın olduğu kütüphanesinin önünde duran, hep kitaplara bakarak oturduğu ve yazdığı masasından kalkıp sandalyesini kütüphaneye sırtı gelecek şekilde koymuş, kalemliğini uzaklaştırmıştı kendisinden. Kütüphanedeki kitaplarının bazılarını sağ omzundan bazılarını sol omzundan alıyor ve sadece okuyordu artık. Okumak bırakılacak bir şey değildi. Bırakmayacağını biliyordu. Yazmak, ilk okumaların vücutta bıraktığı tortunun ağırlığı… Bu ağırlığı hisseden insanın kusma hali… Tortuyu içinde tutmayı, biriktirmeyi hissettiğinde yazmayı yavaş yavaş bıraktı. Çoğu günler zihninde yazdığı metinlerle oyalandı. Zihninde yazdı, zihninde bir yerlere gönderdi, zihni bayıldı metne. Hemen bütün zihin dünyasına duyurdu. Bir şok etkisi yayıldı tüm zihin dünyasına. Alkışlar koptu, şimşekler çaktı. Otobüs durağa geldi, indi Burak. Evden işe işten eve yaptığı otobüs seferleri boyunca zihni tarafından çok tebrik edildi. Söyleşiler yapıldı. Ödüller aldı. Sonra yavaş yavaş zihnindeki popülaritesini kaybetti. Sıradan bir zihin dünyasına geçti de kurtuldu bu garip hayatından.

Siz olmasaydınız dediği tüm yazarların onda bıraktığı etkiyle, içine bir kuyu kazdığını düşündü. İlkin bir kürdanla başlayan, okudukça bir çay kaşığına, çorba kaşığına ve gittikçe içine kuyular açan bir kepçeye dönüşen bir okuma hali… Bir gıdıklanmayla başlayan bu iç alemin oyunlarında can acıtıcı, yaralayıcı, yakıcı bir dereceye vardı. Kendi kendine yaşattığı bu acı verici deneyim Milgram deneyine benzemeye başladı. Kendine öğretmen ve kendine öğrenci… sorduğu sorularla kendi kendini doğru veya yanlış cevaplara sürükleyen ardından beynindeki şok dalgaları ile benlik duvarlarını yumruklatan, bir yandan deney yapan ve bir yandan deneyin sonuçlarına maruz kalan biriydi artık. Zihninin kıvrımları arasında ışıklar dolaşmaya başladıkça daha durgun bir hale geldi. İnsanlardan uzaklaştı, evine kapandı. Yazmak denilen eylemin saçmalığı üzerine bir ton düşünceyle kendini yazmaya iten sebeplerin hepsini uçurumdan ittiğinde evinde masasında yığınla kitapla ve boynu iki büklüm, kitaptan başını kaldırmayan bir insana dönüştü. İçinde biriken tortunun tadını aldıkça yeni okumalar, yeni kitaplar geldi geçti.

Bir gün evinin kapısını kırıp çalışma odasına geldiklerinde bir süre şaşkınlıkla hareket edemediler. Üst üste yığılmış, boyları tavana kadar ulaşan kitap sütunlarının arasında kıvrılmıştı Burak. Arkadaşları tedavi altına alınmasını istedi hemen. Kötü durumda olduğunu, hayatını devam ettiremeyeceğini söylediler. Kliniğe yatırıldı. Klinikte geçirdiği süre boyunca kitaba dokunması yasaklandı. Bazı geceler geçirdiği krizler nedeniyle başında nöbetçiler bekledi. Anlattıklarından dolayı nöbetçiler de kriz geçirmeye başlayınca kimsenin bir metreden fazla yaklaşmayacağı ve beş dakikadan fazla yanında duramayacağı özel bir odaya alındı. Günler geçtikçe görüş kapasitesi azaldı. Tedavi işe yarıyordu. İçinde biriken tortu azaldıkça net gördüğü her şey bulanıklaşmaya başladı, ışıklar gitti, beyninde bir sis bulutu oluştu. Bazı konuları çok fazla kafaya takmaması, kendisini düşünmesi gerektiği konusunda telkinler aldı. İyileşme emareleri gösterdiğinden emin olunduğunda sadece çok satan kitaplar reyonundan kitap almasına izin verildi. Bir de popüler dergiler satın alabilirdi. Burç yorumlarını istediği kadar okuyabiliyordu. Sevgilisinin onu ne kadar özlediğine dair anketler çözmesi de serbestti. Her akşam tok karna aldığı ilaçlar sayesinde gündüz gözüyle uyumayı öğrendi. Taburcu edilmesi için komisyonun onayını alması gerekiyordu. Komisyondaki doktorların sorularına, verilebilecek en saçma cevapları -bu cevapların verilebilecek en doğru cevaplar olduğuna inanarak- verdi. İçindeki tüm tortu temizlenmişti. Kendisini tebrik ederek klinikten çıkardılar. İş arkadaşları, üzerinde “Sağlığına Kavuşmana Çok Sevindik, Aramıza Hoş Geldin” yazılı bir pasta yaptırmayı düşündüler, yaptırmadılar. Alkışladılar ama. Herkesin beş dakika süren cana yakın tavrından çok mutlu oldu Burak. Günlerce, aylarca bu mutluluğu ile çalışmaya devam etti. Herkesin yüzündeki o bulanık tebessüm hali Burak’ın yüzünde de belirginleşmişti artık. Kolundaki saatin alarmını duyduğunda ilaçlarını almaya devam ettiği müddetçe problem yoktu.

İşinden evine dönmeye çalıştığı sırada alarmı çalmıştı. Banka oturmadan on dakika önce… Çantasının çalındığını da, elini her zamanki alışkanlıkla çantasına attığında ve elinin boşluğa düştüğünü görünce anladı. Duraksadı, şaşırdı, sinirlendi, ne yapacağını bilemedi bir süre. Evine doğru yürümeye devam etti. Zihninde bir dalgalanma oldu. Olduğu yerde durdu. Sis bulutu dağılıyordu. Bulutların arkasından kendisi ile konuşan bazı sesler duyuyordu. İçinden, üstü kapatılmış bir kuyudan bağrışlar yükseliyordu. Yükseldikçe, derinlere gömülmüş sesler üzerlerindeki toprağı atarak daha net çıkmaya başladılar. Duvarların üzerindeki çatlaklar belirginleşiyor, eski kalıntılar yavaş yavaş bir araya geliyordu. Gıdıklanmalar yerini acı ve yaralanmalara bıraktı. Yüzünde duran nedeni belirsiz gülümseme hali uçtu gitti. Hafızasının parçaları yerine gelirken zihnindeki voltajın bir düşüp bir yükselmesiyle gördükleri netleşmeye ve aniden bulanıklaşmaya ve aniden netleşmeye devam ediyordu. Görünmez kapsülün dışındaki bir yığın insan, bir yığın bina, bir yığın araç Burak’ı ve değişen halini fark etti. Üzerine doğru gelmeye başladılar. Kapsülün dışındaki yoğunluk arttıkça Burak’ın dayanacak gücü kalmadı. İki büklüm oldu. Büklüm büklüm oldu. Banktan düştü. Yere yığıldı. Ne ilaçlar ne de kitaplar vardı yanında artık. Gözlerini büyük bir kitabın kapağını kapatır gibi kapattı. Etrafındakiler Burak’a ne olduğunu düşünüp(!) durdular, adını koyamadıkları bir şeydi bu. Bilirsiniz işte. Bazı şeylerin adı olmuyor. Başka bir şey onlar. Bundan sonrası derin bir uyanıklık hali olarak devam etti. Derin ama kimsenin anlamadığı…

Ömer Can Coşkun

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir