Sahi Samet Abi, Ihlamurlar Hâlâ Çiçek Açmadı mı?

Bu yazı, Samet Çıldan’ın 08.05.2023 tarihli “Kalırken Söylenmiştir” başlıklı yazısına cevaben kaleme alınmıştır.

***

“Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.”
 

Yaşadığı dönemde değeri bilinmemiş, başını yaslayabileceği bir yastığa ve eve hiç sahip olmamış, hayata tutkuları ile bağlanmış ünlü ressam Van Gogh, kardeşi Theo’ya göndermiş olduğu bir mektupta şöyle der: “İçimizden geçen düşünceler dışardan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler.” 

Van Gogh, çizmiş olduğu resimlerle hakikati arama arzusunu coşkun bir şekilde ifade ediyordu fakat etrafındakiler farkında değildi. Çünkü ona dışarıdan bakıldığında hayat parıltısı bile görünmüyordu. Resimlerinde fizikötesi gerçekliği yansıtma çabası biçim bulmuşken, Arles kasabasının sakinleri onu deli olmakla itham ediyordu. Özelde Arles sakinlerinin, genelde ise insanların tavırları Van Gogh’ta psikolojik sorunlara neden oldu ve kulağını kesti, artık insanların dediklerini duymayacaktı! Fakat bu bir başlangıçtı.

Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar sayesinde içinde bulunduğu trajik durumdan kurtulmayı istiyordu. Kardeşine saf bir sevgi besliyordu. Çünkü ailesinden sadece Theo, onu anlıyor ve önemsiyordu. Bu sebeple mürekkepten kâğıtlarla kardeşine sımsıkı tutunmaya çalışıyordu. Fakat insanların kalbinde açtığı yara daha da derine indi. Ruh sağlığı iyiden iyiye bozulan Gogh, bir süre akıl hastanesine yatırıldı. Bir sabah, resim malzemelerini alıp tarlaya yürüyen Van Gogh, kendisini göğsünden vurdu ve 30 saat sonra yaşamını yitirdi.

İnsanların, başka bir insanın hayatı üzerinde bu kadar baskın bir rol oynamasını anlamış değilim fakat toplumsal bir varlık olan insanın yine insandan başka bir şeye ihtiyacı olamaması fikri beni bir girdaba sürüklüyor. İnsan insanın zehri olduğu kadar insan insanın panzehri de olabiliyor. Neyse, insanlardan uzaklaşamayacağımızın verdiği acı düşünceyle bunları bir kenara bırakalım ve mektubun asıl konusuna dönelim.

Kıymetli Samet abi;

Bu sabah uyandığımda yüzümde bir vefasızlık tokadının ağrısını hissettim. Nedendir bilmem, aklıma ilk sen geldin. Çok geçmeden neden senin aklıma geldiğini anladım: vefasızlığım.

Tam yedi ay önce Feyyaz Kandemir, Bahadır Dadak ve Celal Kuru ile birlikte seni ziyarete gelmiştik, Kuşlar Kıraathanesi’ne. Çok güzel bir gün geçirmiş, unutulmaz anılar biriktirmiş; her şeyden ve herkesten uzak ama bir o kadar da her şeyin içinden ve her şeyden bahsedip pazar alanı gibi serpmiştik kelimelerimizi. Dolu gelip boş giden çay bardaklarının sayısını hatırlamıyorum bile. Kıraathane bize yetmemişti de Gönene taşmıştık. Gönen’e, Ömer Seyfettin’in doğup büyüdüğü eve götürdüydün. Türk hikâyeciliğinin neferinden bahsederken gözlerinde patlayıveren parıltıyı hatırlıyorum, “Biz Ömer Seyfettin’in askerleriyiz baba” deyişini, onun doğup büyüdüğü mahalleyi arkadaşlarınla, dostlarınla gezerken yaşadığın o sevinci. O güzel mahallede dolaşırken birden, birimizden bir bomba düştü adımlarımızın önüne; “Bu güzel günü Edebifikir’de yazmalıyız.”

Biz dört suçlu, olay mahallindeydik. Olay yerine dair her yeri zihnimde adım adım yürüyebilirim hatta; Ömer Seyfettin’in evinin karşısındaki Çarşı Camii önünden yolun karşısına geçip, halk pazarını andıran ara sokaklardan geçerek -hatta meydandaki çeşmeden tatlı ve ferah soğuk suyu avuç avuç içtikten sonra- Gönen Parkı’na varmıştık. Dünyanın merkezini Kuşlar Kıraathanesi’nde oturduğumuz masadan Gönen parkındaki masaya taşımıştık; İttihat Terakki’yi, Balkanları, İsmet Özel’i, kadınları, aşkı, o zamanların gündemi seçim olduğu için seçimleri… Birçok siyasetçiyi dövmüştük hatta o masada, belki de çoğuna küfürler savurmuştuk. Sonra… sonra köye dönüş yolunda arabadaki muhabbetimizi… Ardımızdan kıraathaneye gelen dostum Ahmet’in bize ısmarladığı höşmerimi kaşıklarken gerçekleştirdiğimiz sohbetleri…

Yedi ay geçti yaşadıklarımız üzerinden ve adımlarımızın önünde o bomba hâlâ duruyor. Biz döndükten bir hafta sonra o güne dair ilk yazıyı sen yazdın. Kuşlar Kıraathanesi’ni ziyarete gelen bizlere sorular sormuştun. Hatta Sulhi Ceylan’a da soru sormuştun da biz ziyarete gelenler henüz bir şeyler yazamamışken Sulhi abi sana cevap yazmıştı. Biz neden yazamadık, peki?

Bu soruyu kendi adıma cevaplayabilirim. Onlarca bahane silsilesi hazırlar ve neden bir şeyler yazmadığıma dair inandırıcı bir açıklama yapabilirim. “Annemin ameliyatı için memlekete gittim, çalıştığım okul tadilata girdi, kuzenimin nişanı, bir yıl önce işe başladığım ilk günlerde gördüğüm bir kızdan hoşlanmaya başladım ve buna bir süre üzüldüm, sigarayı bıraktım, yataklara düştüm, ev arkadaşım askere gitti, evin tüm işleri bana kaldı.” Fakat ne desem de samimi olmayacak, bahaneden öteye geçemeyecek. Çünkü sen, içinde samimiyet olmayan bir merhabaya bile aldırış etmeyecek kadar vakursun.

Açıkçası yazma konusunda yeteri kadar maharetli değilim. Hele ki, “Ayşegül’e Mektuplar” serisiyle tanıyıp, görmeden sevdiğim bir yazarın sorusuna karşı edebî bir şeyler yazacak kadar maharetli değilim. Bir araştırma, bir izlenim olmadıkça, kendi hislerimi yazıya dökebilecek kadar da edebî bir birikimim yok. Çünkü yıllardır araştırma metinleri, tezler, makaleler, gazete yazıları, akademik metinler içerisinde gidip geliyorum. Bu yazının buraya kadar gelmesine bile şaşkınım desem inanır mısın, bilmem. Ki ben, bir yazıyı yazma sürecini elimden geldiğince geniş bir zamana yayarım. Zamanın, her yarayı iyileştireceğini bilirim. Sevdiğim kıza zamanla açılacağımı düşünüyorum bazen, bunda da acele etmem. Peki, Samet abi, sen de yazı yazmayı geniş bir zamana yaymadın mı hiç? Bunun cevabını elbet verirsin ama ben senin adına bir cevap vereceğim, kendimi tatmin etmek adına. 15 Aralık 2021’de, bir sosyal medya uygulamasında Ayşegül’e Mektuplar ile ilgili konuştuğumuzda sohbeti şöyle bitirmiştin: “Bir gün sana da bir mektup yazacağım kardeşim. Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.” Sahi Samet Abi, ıhlamurlar hâlâ çiçek açmadı mı?

Adem Suvağcı

26.11.2023


İlgili Yazılar:
Samet Çıldan: Kalırken Söylenmiştir 
Sulhi Ceylan: İmge Yağmuru

 

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • haklısın âdem , 28/11/2023

    7 ay boyunca konuyu nasıl bağlasam da haklı çıksam diye düşünmüş, üstüne bin bahane sıralıyor. herif hep haklı… memleketinin ilk hecesi bile hak! bundan sonra hakkariliyim deme, kısaca haklıyım de, maksat iki türlü hasıl olsun. tevriye sanatı yetim kalmasın. he… bi de garip bir soru yönelteyim de ola ki cevap verirse bedavadan samet çıldan yazısı okuruz diye de kurmuş! uyanık.

    • Samet Çıldan , 28/11/2023

      Haklısın Âdem ne kadar haklı be!

    • adem suvağcı , 29/11/2023

      Abicim, ben elimden geleni yaptım. 7 aylık bir ürün değil, ortalama 70 dakika veya 7000 saniyenin sonucunda ortaya çıkan bir ürün oldu bu. Elbette haklılık payımı bırakmadan hareket edeceğim. Biliyorum, sürekli haklı olmamdan rahatsız oluyorsunuz. az kaldı fakat. yakında hak yetmezliğinden vefat ederim hayırlısıyla…

  • Samet Çıldan , 28/11/2023

    Adem Suvağcı bu harika yazısında Van Gogh örneklemesiyle ne anlatmak istemiştir? Teşekkürle.

    • yol , 28/11/2023

      “Dışım soğuk çelik / İçim sıcak kan kaynıyor / Bulabilse bir delik / Çıkacak bir yer arıyor” gibi bir mesaj aldım ben…

      Bu arada suvağcı, vefasız sizken mektubun sonunda nasıl da “bekleyen” oluverdiniz öyle, pes!

    • Samet Çıldan , 01/12/2023

      bir de şöyle bakmak lazım. adem lütfedip bir şeyler kaleme almış. diğer arkadaşlardan hiç ses çıkmadı. iyi ki varsın adem!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir