Kendimi dışarıdan ve dost gözüyle görmeyi çok istemiştim. Muradım tam olarak buydu. O yüzden o güne dair bir yazı bekledim hepsinden. Feyyaz, Bahadır, Adem yahut Celâl abi henüz kalem oynatmadığına, en azından biz böyle bir metin okumadığımıza göre yazdıklarımı iletmenin vakti geldi demektir.
Demek kimsede yazma ihtiyacı hissettirecek bir duygu duruluğu yaşanmamış dedim ilkin kendime. Sonra bunu Adem’le paylaştım. O da aksine duygularının oksijen aldığını, gözlerinin mavi ve yeşilin tadına vardığını ve bu güzelliği kimseyle paylaşmak istemediklerini söyledi. Olur mu olur dedim. Neden olmasın dedim.
İşin özü Adem Suvağcı, Bahadır Dadak, Celâl Kuru ve Feyyaz Kandemir geçen hafta kasabamıza, Kuşlar Kıraathanesi’ne şeref verdi a dostlar. Bu vesileyle ben de nefes aldım, bambaşkalaştım ve işte Edebifikir’den yazılarımı kaldırttığım iki bin on dokuz yılından beri ilk defa yeni bir şeyler yazmak ihtiyacı hissettim.
Bilenleriniz vardır belki, Kuşlar Kıraathanesi isimli bir hikâye kitabım yayımlanmıştı bir buçuk yıl önce. Kitabın basımından bir süre sonra ben de köyümüzde bir kahvehane devraldım ve ismini de Kuşlar Kıraathanesi koydum. İşte kitaplar, çocuklar, gençler, yaşlılar… Güzel de oldu çok şükür. Müzmin aidiyetsizliğimin dünyaya bakan tarafına nefis bir gol attım ve ahşap sandalyeme kuruldum.
Benim gol atmam büyük bir meseledir dostlarım. Çünkü futboldan hiç mi hiç anlamam. Bir kuru sandalyeye emanetçi olmam da çok büyük meseledir. Kendisine “yerde bir yer” verilmeyen, bir yere buyur edilmeyen, görülmeyen ve görülmek istemeyen ve dişe diş, tüm çıplaklığıyla varlığını ortaya koyan biri için bir kuru sandalye; tahtlardan ve saraylardan ve hazinelerden çok daha kıymetlidir. Ben belki anlatamam, anlatmaktan aciz düşerim ama inanın bana bu benim için böyledir.
Her neyse… Yeterince kendimi anlattıysam yine kendimi anlatmaya devam edebilirim.
İnsan önü sonu anlaşılma ihtiyacından başka nedir ki diyerek.
Aslında her şey iki bin on beş yılında Feyyaz ve Celâl abinin bana Üsküdar’da verdikleri bir sözle başlamıştı: En kısa zamanda köye, beni ziyarete geleceklerdi. Benim yeni yeni Edebifikir’de hikâyelerim yayımlanıyordu. O vakitler her ikisi de bekârdı elbette. Gerçi evlenerek biz bekârlarla aralarına duvar örmediler ama bir türlü de gelemediler. Bu sözü, iki bin yirmi yılında Bahadır ve Adem’in de köye ziyaret sözleri perçinledi. Bahadır da evliydi, pek umut vadetmiyordu. Bu yüzden beklentimi düşük tutmuştum. Nasipse elbet bir gün gelirlerdi.
Fakat Adem… Adem öyle miydi? Zinhar! O henüz bekârdı. Eh ben de kahvehaneyi açmış, işleri hâl yoluna koymuş, her türlü misafir ağırlamaya müsait duruma getirmiştim. Geriye Edebifikir ekibini buraya getirebilmek kalmıştı. İlk fırsatta Adem’i sosyal medya ve telefon üzerinden fitledim. Doğru adamla iş yaptığımı biliyordum. Zira Adem’le konuştuğumuzun üçüncü günü hepsi Kuşlar Kıraathanesi’ndeydi.
İki buçuk yıldır köyümde yaşıyordum ve son altı aydır burayı sevmeyi öğrenmiştim. Buna alışmak da denebilir. Anlamak ya da. Anlamlandırmak.
İnsan önü sonu bir anlamlandırma çabasından başka nedir diyerek.
Burada yaşıyorum ve burada yaşamam gerekliğine inanıyorum. Burada yaşamam gerektiğine onlar da inansın diye gelmelerini çok istedim belki. Burada kalmaya beni ikna etsinler diye. Bilmiyorum. Sulhi abinin gelmeyeceğini zaten biliyordum. Yine de gelse ne güzel olurdu.
Geldikleri gün şenlikti. Hava inadına çok güzeldi. Gerçi burada ‘güzel’den kastımız ‘açık, berrak ve sıcak’ hava olduğu için umarım yağmurlu ve soğuk havaların hakkına girmiyoruzdur. Sonra kitaplar, çiçekler, asma dalları, tiryaki çay. Sonra Servet Çavuş, Bakkal Merkez amca, Usta Erdoğan, Berber Rafet ve niceleri ve nicelerinin meraklı gözleri Kuşlar Kıraathanesi’ndeydi. Kedimiz Karamel, köpeğimiz Kırpık oradaydı. Ve en önemlisi bir daha kim bilir kaç yıl sonra bir araya gelebilecek bu ekip bir aradaydı. Oradaydılar ve bambaşka bir âleme gelmiş gibiydiler.
Hani Vesikalı Yârim filminde “Çok kıymetli bir şey bulursun, sonra bulduğuna pişman olursun; çünkü nereye koyacağını bilemezsin!” diye bir replik var. İşte ben de bu adamları kahvehanemde bulduğumda şaşaladım ilkin. Nasıl ağırlayacağımı bilemedim. Evet burada vakit geçiriyordum, nispeten mutluydum fakat adam akıllı sohbet edeceğim kimsem yoktu neredeyse. Gelişleri bu anlamda da çok değerliydi. Bir gece olsun burada kalmayacak oluşlarına için için hayıflandım. Bu arada onlar çoktan ikinci çaylarını içmişler, birtakım edebiyatçıları tenkide; sonra Orhan, Ferdi ve Müslüm’ü kıyaslamaya koyulmuşlardı. Ben Ferdi Tayfur’u kimseyle mukayese etmeye tenezzül edemeyeceğim için mevzuya kıyısından bulaştım. Arada eklektik meklektik gibi anlamadığım kelimeler kullandılar. Bahadır’ın Müslümcülüğü baskın gitti bir süre. Sonra çaylar ve yine çaylar.
Bir sürü kitap da getirmişler sağ olsunlar. Okudukça bazen kitaplar sayesinde günahkâr da oluyoruz ya neyse… Sevdikçe de birilerinin sayesinde günahkâr olur muyuz sahi?
Bu soruyu Bahadır Dadak cevaplasın lütfen.
Eh tabi bu esnada bize kulak kesilen canım köyümün güzide insanları -muhtemelen- yakalayabildikleri cümlelerimizden hikâyeler kuruyorlardı. Belki şu kadar zamandır oturduğumuz halde hâlâ nasıl politika konuşmadığımıza şaşanları bile olmuştur. Konuşmadık çünkü ben o faslı ikindi vaktine, kahvehane harici bir mekâna saklamıştım. Zira bizim kahvede seçim arefesi tansiyonlu seçim muhabbeti yapmak yasak. Bizim kahve Muhsin Başkan’ın “Seçimler kavga aracı olmasın, sel gider kumu kalır.” dediği yerde hâlâ.
Gün içinde, yani kahveden ayrıldıktan sonra nerelere gitsek sorusu bir süre zihnimi meşgul etti. Nihayetinde pîrîmiz Ömer Seyfettin’in evine, mahallesine, şehrine gidelim dedim. Bize yarım saat kadar uzaktaydı. Oy birliğiyle kabul edildi, Gönen’e doğru yollandık.
Bizi bazı yerlere bazı şeyler çeker. Çoğu zaman sebebini çok sonraları anlarız. Şu an niçin köyümde yaşadığımı anlamlandıramasam da, çok sonraları anlayabilme ümidiyle teskin oluyorum zaman zaman.
İnsan önü sonu anlayabilme çabasından başka nedir diyerek.
Bu durum da bana Celâl abinin hediyesi olabilir. Şöyle ki; dört yıl önce yurt dışına çıkmıştım birkaç aylığına. Celâl abi ile bir gece konuşurken demiştim ki “Abi inan niye burada olduğumu anlamıyor, anlamlandıramıyorum.” O da “Bilemezsin” demişti. “Belki on beş yıl sonra hikmetini kavrayacağımız bir şeydir.” Kendisi hatırlar mı bilmem. Ama bu muhtemel hikmet beklentisini düşüncelerime zerk eden oydu.
Gönen’de ne aradık ve ne bulduk?
Bunu Feyyaz Kandemir cevaplasın lütfen.
Her şey bir kenara, ben çok uzun zamandır bu kadar keyifli muhabbet etmemişim onu anladım. Hem Edebifikir ekibinin gözünden yaşadığım yerlerin nimet olduğunu hem dostsuzluğun bir musibet olduğunu aynı saatlerde anlamam biraz burukça oldu ama olsun. Gönen’e vardığımızda Bahadır’ın boyuna yürüme hevesi biraz Celâl abiye yaradı sanırım. Bir ara bebelere terlik alıyordu. İstanbul’a göre ucuzmuş. Hey gidi Celâl Kuru hey! Sen bu hallere düşecek adam mıydın? Sen bizim efsane bekârımız değil miydin? Bu dünya telaşına nasıl da dalıverdin?
Sahi bir evlilik ne kadar dünyevidir? Bu soruyu Celâl Kuru yanıtlasın lütfen.
Adem ise tüm bu keşmekeşin içinde, bu insanları bir araya getirmenin haklı gururunu taşıyordu. Bekârlığı yudum yudum tadan Adem’in ertesi sabah işe gidecek olması bile keyfini kaçırmıyordu. Siyaset mevzubahis olunca bile en dingin olanımız yine oydu.
Ben Feyyaz’la hemen her konuda hemfikir olmanın tadına varırken o yine şiir konuşmaya meyilliydi. Hani hikâyeci olmasam, şiir olamamış metinlerin roman veya hikâye olduğunu da iddia edecek bir hâli vardı. Bir ara ne olduysa “Ah güzel Ahmet abim benim, insan yaşadığı yere benzer” diye geçirdim içimden.
Sahi diş değildi, tırnak değildi. Bir mendil niye kanardı?
Bu sorunun cevabını da Adem Suvağcı’ya havale ediyorum.
Gönen’in yeşilliği, sakinliği hepimize iyi gelmişti. Öyle ki bir ara Celâl abi sahafa girmeye yeltendi, hepimizden sert tepkiler alınca cesaret edemedi. Kitaplara bakma ihtiyacı hissetmemiştik. Gerçi arada şairlerimiz Feyyaz ve Bahadır’ın “Şiir miir hepsi yalan!” ifadeleri ayarımızı kaçırmadı değil ama o da nazarlık olsun. Fuzuli’ye özendiklerini vehmedip geçelim.
Bir de evliler taifesi akşama dek evlenmem için üzerimde müthiş bir baskı kurmaya çalıştılar. Başarabildiklerini sanmıyorum ama evliliğe meyyal olup olmadığım konusunda kendimden şüpheye düşmedim değil.
Günü akşam etmiş, köye geri dönmüştük. Yolda bir ara hunharca kahkahalar attık ama sebebini hatırlayamıyorum. Hatırladığım, Adem ve Feyyaz’ın gülmekten konuşamadığıydı. Feyyaz’ın direksiyonda olması dışında bir sorun da yoktu.
Kuşlar Kıraathanesi’ne son kez uğradık. Son çaylarımızı içtik. Bizim eve de uğrayıp Avare, Çopur ve Komar’la da vedalaştılar ki bu üç yoldaşımı bir hikâye ile anlatmak niyetinde olduğum için mevzuyu kısa kesiyorum.
Veda faslını uzatmak istemiyorum. Tekrar kavuşmak ümidim var. Ölmez sağ kalırsak en kötü ihtimalle sekiz yılda bir bir araya gelebiliriz diye düşünüyorum. En azından buradan birbirimize yazar, hasret gideririz ümidini taşıyorum. Zaten bu satırlar, sırf muhataplarına cevap hakkı doğsun diye yazılmadı mı? En başta dediğim gibi, kendimi başka gözlerle, başkalarını da yazdıklarıyla görmek için. Belki yazı, en iyi iletişim aracımızdır.
Öyle midir gerçekten?
Sulhi Ceylan cevaplar mı bu soruyu?
Son söz olarak şunu diyeyim: Kuşlar Kıraathanesi bu yazının tüm muhataplarına çay ikram etmekten büyük keyif alır. Yolu düşen Manyas’ın Kızıksa kasabasına buyursun gelsin, bir türküyle bir çay nasibi olsun. Biz de dost muhabbetinden nasibimizin kesilmediğine kani olalım.
Ben o kuru ahşap sandalyede “Beyaz gömlek yaka açık / azıcık şakülden kaçık” bekliyor olacağım.
Selâm ve dua ile.
Samet Çıldan
8 Yorum