Fakirin Doktoru Olmaz SSK’sı Olur

Her şey Âdem Suvağcı’nın, İbrahim Halil Aslan’ı ziyaret etmesiyle başladı. Bitmek üzere olan günün, daha karpuz kesecektik diyen enişteye dönüşüvermesi için böylesine sıradan bir hamle yeterli oluyor bazen. İki saatlik sıkıcı bir muhabbetin ardından İbrahim’in Maltepe’ye tıraş olmaya gidecek olması, Âdem’in “Aa, ben de Maltepe’de oturuyorum” demesi, kapıdan Kenya asıllı Londra’da tesisatçılık yapan oldukça beyefendi birinin girmesi ve ne tevafuktur ki onun da Maltepe’ye gidecek olması gibi ‘A Beautiful Mind’ sevenleri hayrette bırakacak ihtimaller kümesi zuhur etti. Filmi çekilse “Ama bu kadar da kurgu olmaz be kardeşim!” diye burun kıvıracak sinema eleştirmenleri bitiverir, eminiz. Meğer hikâye bu kadar değilmiş; Âdem’in dediğine göre Sulhi Ceylan’la buralarda sık sık buluştukları bir mekân varmış. Hem de İbrahim’in berberine birkaç dakika yürüme mesafesinde. Ee ne demişler? Orhan Gencebay şarkı söyler, Cüneyt Arkın film çeker, Murat Menteş roman yazar, Edebifikir buluşur.

Yine de Âdem, Sulhi’yi arayıp mekana yakın bir yerde olduklarını haber verince aynı sonuca varmaya azmetmiş bütün kombinasyon hesaplarını boşa düşüren “Şu an oralar bana çok muğlak geliyor.” cevabını aldı. “O ne demekmiş?” dedi İbrahim. Birkaç dakika bu sözdeki hikmeti aramaya çalıştılar ama nafile. Hazret kim bilir hangi âlemden seslendi, diye mevzuyu bağlayıp dağılmaya karar verdiler. Birkaç dakika geçmemişti ki; beşinci günün şafağında doğudan yükselen umut gibi çaldı Âdem’in telefonu. Herkes bilir ki; bu âlemde Sulhi Ceylan’ın hayır diyemeyeceği iki şey vardır: biri Nutella, diğeri ansızın gelişen bir Edebifikir buluşması.

İbrahim’in, kendini berberin usta ellerine emanet ettiği saatlerde Âdem’le Sulhi buluşmuş ve sohbeti koyulaştırmıştı bile. Fârâbî’nin “Es-Siyasetü’l-Medeniyye & Mevcutların İlkeleri” kitabından Eleştirel Düşünme dersleri hakkında genel bir değerlendirmeye, klasik felsefe ile modern felsefe arasındaki farklardan Taha Abdurrahman’ın modernlik fikrine, Dücane Cündioğlu’ndan Bahadır Dadak’a kadar birçok konu cilalanıp masaya istiflendi. Derken, kişisel bakımını yaptırmış olarak gecikmeli de olsa İbrahim de mekâna giriş yaptı. Aynı anda Oğuzhan’ın da gelmiş olması Âdem’i ve Sulhi’yi gelenleri karşılamak için fazladan ayağa kalkmaktan kurtarmıştı. Bilen bilir, mekân buluşmalarının en can sıkıcı tarafı her gelen için daracık sandalyelerin arasından bir ayağını diğerine sürtmek suretiyle ve küçük adımlarla kıyın kıyın sandalyelerin kenarına doğru çıkıp diğer insanların dikkatini dağıtmadan hızlıca selamlaşma safhasıdır.

Masada göz kararınca Bahadır Dadak’ın mutlu olması ve bu durumun hepimizi gıcık etmesi, yarım ölçek Ömer Lütfi Mete övgüsü, üzerine bir tutam İsmet Özel’in seçim yorumu hakkındaki tartışmalar gibi önemsiz konular konuşuldu. Herkes muhabbetin akışına kendini kaptırmış gibi görünse de ortamda dikkatleri dağıtan bir şey vardı. Hani uzun yolculukta babaların “Arabadan bir ses mi geliyor?” diyerek bir yandan muhabbete dahil oluyormuş gibi yapıp aynı anda çatık kaşlar ve kısık gözlerle gösterge panelini kesmesi gibi, bilirsiniz. Bir süre sonra Sulhi’nin İbrahim’e, “Berberin buralarda mı oturuyor?” diye sormasından mesele anlaşıldı: Ortam berber kokuyordu.

Kokunun sebebi anlaşılınca Âdem’in her an birini dövecekmiş gibi çatık duran kaşları gevşemiş, trenden inen insanların uğultusu dinmiş, Afrika çöllerindeki yavru ceylan kıvrak hamlesiyle aslanın pençelerinden kurtulmuş gibi bir rahatlama geldi herkesin yüzüne. Ardından İbrahim berberlerle ilgili tiradına başladı ve herkesin kişisel berberinin, terzisinin ve doktorunun olması gerektiğini ve böyle düşünmenin yaşlanmayla ilgili olduğunu söyleyerek kahvesinden yudum aldı. Sulhi Ceylan, bunun yaşlanmayla değil cüzdanın kalınlaşmasıyla ilgili olduğunu iddia etti ve gecenin aforizmasını masaya bıraktı: “Fakirin doktoru olmaz, SSK’sı olur!”

İbrahim durumun öyle olmadığına emin olsa da maaş bordrosunu göstermenin tezini ispat için yeterli olmayacağını düşündü. Zira Sulhi Ceylan, belli ki yolda gelirken Kurtlar Vadisi’nin ilk 97 bölümünü kuşanmıştı ki peş peşe racon kesip duruyordu. Bir yandan da muhabbet dönüp dolaşıp Bahadır’a geliyordu. “Aslında Bahadır’ın maaşa bağlayacaksın, evde oturup akşama kadar çizecek!” diye övgüler dizdi Sulhi Ceylan. İbrahim el yükseltmenin fırsatını bulmuştu ve şu ilginç diyalog tarihe geçti. Tarih derken, Edebifikir’in tarihini kastediyoruz.

– İbrahim: Berber, terzi ve doktorun yanında bir de kişisel çizeri olacak insanın. Hatta bir de yazarı.”

– Sulhi: Şair de olur.

– İbrahim: Evet evet, şair de olur. Düşünsene şu masada falanca şair oturuyor, şurada filanca yazar. Akşama kadar senin için yazıp çiziyorlar.

– Sulhi: Metinleri beğendin mi İBAN isteyeceksin, oradan göndereceksin hemen beş bin lira. Ama kelime başına. Şiir büyük iş.

– İbrahim: Ama bak işte hayallerimizde bile fakiriz. Kuşağından çıkarıp atsana abi bir kese altın, İBAN nedir ya?

– Sulhi: Atmak olmaz, bunlar büyük kalemler. Ama İBAN istesen gönderirler bir şey olmaz.

Bir zaman sonra, o ana kadar toplamda dört kelime kadar konuşmuş olan mükemmeliyet uzmanı Oğuzhan’ın unvanından yola çıkarak, editör ifadesinin çok sıradan olduğunu belirtti Âdem. Ve hızlıca yapılan istişareler sonucunda bundan sonra editör yerine “Metinsel mükemmeliyet uzmanı” unvanının kullanılmasına karar verildi. Bir de konu oraya nasıl geldi bilmiyoruz ama Abdurrahman Mıhçıoğlu’nun da mutlaka şahsi doktoru bulunduğuna dair kanaate varıldı. Kesin öyledir.

Edebifikir

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir