Parabellumlar ve Disko Topları

Eve çıktığı günden bu yana salonun ortasında asılı duran Bakunin replikasyonu yağlı boya tabloya hiç bu kadar yakından bakmamıştı. Sanki on beş dakikadır üstadının çakır gözlerine bakmıyor, onların içinde yaşıyordu. Tablonun kenarına yapışan otlu peyniri istese de göremezdi. Evdeki tüm nesneler otlu peynir partikülleriyle bir bütün olmuşlardı. Gözleri doldu. Karşısında hüzünle ona bakan o deniz mavisi gözler, o kırçıllı sakal, yüzündeki kırışıklar, gözaltı torbaları… Bütün hücrelerine yapışan can sıkıntısı ve dipsiz melankoliyle Bakunin; Sulhi abisinin kopyasıydı.

Telefonu çaldı, yurt dışından arıyorlardı. Dolandırıcılardan şüphelendiği için açıp açmamakta kararsız kaldı ama artık kaybedecek bir şeyi kalmadığını hissederek açtı. Ses babasına aitti. Boğazını temizledi, üstünü başını düzeltti ve her Kürt genci gibi ataya saygının doruklarına varmak için masanın üzerine çıkıp hazır ol pozisyonunda konuşmaya başladı.

Neden sonra o yüz yirmi kiloluk insan irisi yaratık arkadaşlarının gözü önünde ufalmaya, erimeye, yavaş yavaş buharlaşıp yok olmaya başladı. Adem’e bir haller olduğunu ilk fark eden Ömer’di.

“N’oldu oğlum? İyi misin?”

“Sıkıntı yok abi, babam…”

“N’oldu babana? Birine bir şey mi olmuş? Hasta falan mı yoksa?”

“İBAN istedi abi?”

“Ne İBAN’ı lan? Adem! Kafanı vuracaksın… Hay Allah… N’oluyor Adem? Kardeşim… Adem! Su getirin! Raşit, şu yanındaki bardağı uzatsana!”

Mehmet Raşit kılını bile kıpırdatmadı. Üç gündür salondaki berjerde oturmuş, siyah kaplı defterlerine jurnallerini yazmakla meşguldü. Şuan yaşanan büyük trajedinin gelecek nesillere aktarılması arkadaşının yaşamsal fonksiyonlarından çok daha önemliydi. Adem’in salonuna kurulduğundan bu yana liflerini İbrahim Halil’e ayıklattığı mandalinalarla besleniyor, çok lüzum hissederse su ile iktifa ediyordu.

Adem bayılmıştı. Biraz sonra kendine geldiğinde başının Feyyaz’ın dizlerinde olduğunu fark edince biraz olsun rahatladı. Feyyaz bir yandan Shiatsu tekniği ile şakaklarına masaj yapıyor diğer yandan yüz çizgilerini, ellerini, bir hipopotamınkini andıran koca burun deliklerini, bacağındaki varikosellerin kıvrımlarını en ince ayrıntısına kadar yorumluyor, fizyonomi sanatında ne kadar mahir olduğu arkadaşlarına göstererek network ağını genişletmeye çalışıyordu. Mehmet Raşit, Maraşlı Said Paşa’dan miras aldığı bir reveransla elini kahvesine götürerek bir yudum höpürdetti ve tıraşı bırak dercesine anlat dedi.

Adem, “Babam abi, babam…”

“N’olmuş babana? Hasta falan değil inşallah. Yapacağımız bir şey varsa…”

Ömer ve İbrahim Halil, Kürt DNA’larının etkisiyle her baba kelimesinde istemsizce ayağa kalkıyor, Mehmet Raşit ise sakin olmalarını telkin ederek onları eliyle kanepeye davet ediyordu.

“Babam abi, Kuzey Carolina’da bir kamp çadırındaydı aradığında. Garip sesler geliyordu abi arkadan. Kamping işletmecisi adam San Carlos, Apache kabilesindenmiş, kanı ısınmış babamın, biz de Zozan kabilesindeniz demiş. Bitlis tütünü sarmış herife, o da ona barış çubuğu ve iguana şerbeti ikram etmiş. Oradan Alaska’ya, on bin kilometrelik spritüal bir yolculuğa çıkacakmış. Özel mülkiyeti reddettiği için bütün parasını bana göndermek istiyormuş. O yüzden İBAN numaramı istedi abi. Hakkâri’de Bir Mevsim filmini izledikten sonra yaşamın anlamını sorgulamaya başladım evlat dedi. Modern Hakkâri benim için artık bir cehennem dedi. Abi on yedi kardeşin en büyükleriyim ben. Bütün yük sırtıma bindi. Sulhi abinin durumu ortada… Şu kızcağız… Ne yapacağım abi ben! Mahvoldum…”

Salondan gelen çığlıklara uyanan Oğuzhan, biricik arkadaşı Adem’in yerde iki seksen yattığını görünce telaşlandı. Gerçekten Adem’i çok seviyordu ve onun başına bir şey gelmesine çok üzülürdü. Durumu yakından tetkik etmek için güvercin adımlarla olay mahalline yaklaştı. Ama yüzüne yapışan gülümsemesini bir türlü silemiyordu. Darbe akşamı, sırf bu yüzden evden çıkamamıştı. Askerde verilen emirlere güldüğü için pek çok kez disko cezası almış, askeri disiplin mahkemesinde yargılanmış, okul hayatı boyunca azarlanmış, horlanmış, defalarca ağzı burnu dağılıncaya kadar dayak yemişti. Her defasında vefalı arkadaşı Adem imdadına yetişmiş, onu pezevenklerin elinden kurtarmıştı. Adem, vandalların dilinden iyi anlardı. Eski bir dövüşçüydü, sağ yumruğuyla bir mandayı yere devirebilirdi. Zalimin karşısında bir aslan, mazluma kanat açan bir şahandı o…

Ömer, Adem’in yaşadığı zor durum karşısında Oğuzhan’ın gülümsediğini fark etse de ikinci bir olay çıkarmak istemiyordu. Gerçekten çok sinirlenmişti. Niçin sırıtıyordu bu çocuk? Dilini ısırdı, kanını emdi. Oğuzhan da durumu fark etmişti. İşaret parmaklarıyla dudaklarını aşağı doğru büzerek üzgün görünmeye çalışıyor, canı acıyınca parmaklarını gevşetiyordu. Bu kez de gerilen bir trambolinin yaylarından boşalması gibi dudakları yukarıya doğru esniyor, hepten bir kahkaha şeklini alarak insanın sinirine dokunuyordu. Üstelik Oğuzhan “Günaydın!” diyerek günlük otuz yedi kelime kullanma hakkının birini boş yere kullanmıştı. Ömer, onu döver ve karakolluk olurlarsa polise sadece otuz altı kelimeyle ifade vermek zorunda kalacaktı. Üstelik kariyerinin zirvesindeydi, pembe yanakları, her daim mütebessim çehresi ve korkunç şirinliğiyle sosisli poğaçaya benzediği için “Hakiki Sivaslı Öz Kardeşler Börek Zinciri” firmasının tescilli reklam yüzü olmuş, büyük bir tanıtım anlaşmasına imza atmıştı. O an tüm kariyerini geride bırakmaya hazırdı, dünya nimetlerini gözünü kırpmadan reddedebilir, ömür boyu peynirli poğaça yemese gıkı çıkmazdı. Yeter ki can kardeşi Adem iyi olsundu… Sırf Ömer’in kışkırtıcı bakışlarına alet olmamak ve Adem’e olan muhabbetinden odasına döndü.

Kapının kapanmasıyla açılması bir olmuştu. Odadan çıkan İbrahim Orhun’du… Gerindi, olanları anlamaya çalıştı. Nurdan bir hilkat gibi üzerine giydiği Maraş ipeğinden dokunmuş röpteşambırının iplerini çözerek bir bardak su içti. Raşit’i hürmet ve edeple selamlayarak üstadının sedef kakmalı yüzüğünü öptü. İsmet Bey seksen yaşına vardı, yüzünü gözümde canlandırmakta zorlanıyorum, o yüzden rabıtalar uzun sürüyor efendim, dedi.  Raşit sakalını sıvazlayarak, “Gel evladım, şüpheni alayım.” diyerek seksen dokuzuncu defa okuduğu Yunus Emre Divanı’ndan bir tefe’ül çekerek içtiği suya okudu, üfledi…

İbrahim Orhun neler olup bittiğini anlamamış, şaşkın gözlerle yerde yatan Adem’e bakıyordu. Ömer yeni doktor olduğu için boynunda bir stetoskopla geziyor, cümle mahlûkatın küçük tansiyonunu ölçmeye yelteniyordu.

“On ikiye yedi, normal. Birazdan kendine gelir… Son zamanlarda çok stres altındaydı. Baştan Sulhi olayı, sonra o kızın intiharı, şimdi de babası… Edebifikir onu hayata bağlayan tek şeydi. Doğruysa, site kapanınca üç gün boyunca ağzına bir lokma tavuk döner koymamış. Ah Adem ah! Değer miydi kendini yıpratmana, ne lüzumu vardı, canım kardeşim…”

“Abi ağzından köpükler gelmeye başladı!”

“Sakin olun, ben doktorum. Normal bu, fenotip bir durum, dış yapı fermentleri yoğun baskı altında devreye girerek bir illüzyon oluşturuyor… Yalancı gebelik gibi düşünün, geçecek birazdan…”

“Allah aşkına ne diyorsun abi! Sen tarih doktorusun, tıp doktoru değilsin!”

“Doktorum lan sonuçta! Doktor doktordur. Akif de İstiklal Marşı’nı yazdı ama ayını zamanda veterinerdi. Ben bir doktorum anladınız mı! Doktorum!”

“Burnundan kan geliyor çocuğun Ömer abi!”

“Sıkıntı yok, stabil… Pis cerahat akıyor, açılacak birazdan. Bu istediğimiz bir şey.”

Feyyaz kendini tutamadı, “Bu istediğin bir şey mi peki?”

“O elini alırım, münasip bir tarafına… Karşında bir doktor olduğunu unutma, saygılı ol kaba herif!”

“Abi titriyor çocuk…”

“Ölecek çocuk Ömer, bir şeyler yap!”

Ömer kızarıp bozarmaya başlamıştı, dudaklarını yalıyor, alnındaki terleri telaşla siliyordu. Feyyaz, eline geçirdiği çam yarması kadar bir kadavrayla sevinen bir otopsi uzmanı kadar heyecanlıydı. Memuriyetten istifa ettiğinden beri stresi bırakmış, tüm benliğiyle kadere teslim olmuştu. Adem’in alnında şişen damarları İbrahim’e göstererek, işte bu çizgi kader çizgisi kanka, bu çocuk ileride aşiretin reisi olacak, kabilinden bir takım saçma sapan şeyler söylüyordu. Oğuzhan, Ömer’in kendini bıçaklamasından korktuğu için bir yandan gülümsüyor diğer yandan kapı aralığından olan biteni izlemeye çalışıyordu. Olayın başladığı andan itibaren sükûnetini koruyan Mehmet Raşit, piposuna tütün doldurarak İbrahim Orhun’a dizinin dibine oturması için dairelik bir klark çekti. Piposundan derin bir nefes aldı ve yaklaşık on beş saniye süren teşehhüd seansından sonra nurlu nefeslerini İbrahim’in ciğerlerine boşalttı. Erbain’in kırkıncı sayfasından bir yaprak keserek mübarek sakal-ı şeriflerine sürdü ve yırttığı kâğıda İslam harfleriyle bir şeyler karalayıp İbrahim Orhun’a uzattı. Pusulayı alan İbrahim’in yüzüne sanki nur gelmişti. Kurşunî bir cezbeyle Maltepe’nin varoşlarını çınlattı. Yumurtadan yeni çıkmış bir ördek yavrusunu andırıyordu. En küçükleri o olmasına rağmen gayet aklıselimdi.

“Sakin olun! Ömer abi, topla kendini. Feyyaz abi, dolapta yirmi beşlik bir şırınga olacak sen onu alıver. Başı incinmesin, evet, işte böyle, dizlerime bırak Adem’in başını. Ömer abi çok seri hareket etmeni istiyorum, vaktimiz çok dar. İbrahim Halil abi sen Oğuzhan’a göz kulak ol, odasından çıkmasın. Derin dondurucunun en alt rafında taze otlu peynir kutusu olacak, sağ üst rafta ise Maraş otu ve üzüm sirkesi var. Şu mavi porselen tabağa her birinden birer çay kaşığı kadar doldurup havanda iyice ezmeni istiyorum Ömer abi. Cezvede de bir çay bardağı kadar su kaynatmaya başla lütfen…”

Ömer ve Feyyaz, İbrahim Orhun’un isteklerini yerine getirmiş, herkes davudi sesiyle bu kahraman emir erinin uzun saçlarına hayranlıkla bakakalmıştı. İbrahim dizlerine gelen saçlarını İstiklal Marşı Derneği logolu tokasıyla toplayıp yirmi beşlik şırıngayı ağzına kadar doldurmuştu. Raşit, tok sesiyle gel evladım dedi. Mübarek tükürükleriyle şırıngayı bir güzel sıvazladı ve İbrahim’e geri verdi. İbrahim arayan gözlerle Raşit’e bakıyordu.

Üstadı, “Heyecanlanma evladım! Hayda gitsin!” dedi.

“Yaaaaaa Hakkkkk!”

“Şol ceeennneeeetiiiiiğnn ırmaaaaklaaaağrııııııı, aağkaaaaaaar Allah deyuuu deyuuu! Çıııkmııış İslaaaaam bülbüülleriiii, öööğteeeeeeer Allah deyuuu deyuuu!”

Adem, koca Yunus’un sadrından çıkıp dilinde birden bire sökün eden bu ilahiyle uyanmıştı. Ayrıca istemsizce İstiklal Marşı’nı söylüyor, bir türlü kendini tutamıyordu. Hayır, kendine gelmemişti, uyanmıştı Adem… Hatta nurlanmış, sırlanmış, badelenmişti…

Biraz sonra kendine geldiğinde çok acıktığını hissetti. İbrahim ve Ömer de çok acıkmışlardı. Ömer, Hatay usulü tavuk döner sipariş etmek için telefonun tuş kilidini açtığında yanlışlıkla Davut Bayraklı’yı aradığını fark etti. Artık çok geçti. Davut telefonu çoktan açmış, konuşmaya başlamıştı. Ömer sadece “Nasılsın abi?” diyerek telefonu hoparlöre alarak kitaplığın şiir rafına bıraktı. Başkaca tek kelime etmedi. İstese de edemezdi… Etse de dinleyen olmazdı… Olan olmuştu, çok geçti… Ama durum kontrol altındaydı.

Herkes aynı anda sigara yaktı. Sessizce Adem’i izlediler. Kimsenin canı konuşmak istemiyordu.

Davut on iki dakikadır aralıksız konuşmasına rağmen hâlâ İsmet ve sarı paşalara gelmediğine göre daha 29 dakika boyunca konuşacaktı…

Döner sipariş etme işi İbrahim Halil’e kalmıştı. İbrahim dünyanın en güzel insanıydı. Kardeşi Tacettin de öyleydi… Son derece uyumlu, nazik, dost canlısı insanlardı. Hemen hiçbir şeye itiraz etmezler, rahatsız oldukları bir durum olsa bile bunu karşı tarafa belli etmezler, kalp kırmamaya çok özen gösterirlerdi. Sorunları da buydu. Bunca nezaket insanı suçlu hissettiriyordu. Herkes onların seri katil olduğundan şüpheleniyor, Jung’un haklı olma ihtimalinden korktukları için kimse onlarla yalnız başına dışarıya çıkmıyordu. Özellikle Tacettin’in yanakları o kadar tombul, o kadar pembiş, o kadar şirin, o kadar hayat doluydu ki insanın tüyleri diken diken oluyordu.

“Bu Cumhuriyet rejimi iğrenç bir şey Ömer! Demokrasi nedir ya, Of’ta demokrasi vardı da biz mi mısır ekmeğine sürmedik lan! Bu garabeti milletin başına tebelleş edenlerin ben tâ…”

“Kanka kısar mısın biraz telefonu…”

“Dur, bir haklısın abi diyeyim Feyyaz, işkillenecek Davut abi. Cumhuriyeti diline doladığına göre daha Necip Fazıl’a gelmesine yedi dakika on beş saniye var. Şu ayranı uzatsana hacı…”

Ömer çenesine kadar uzanan Nietzsche bıyıklarıyla duygularını çok net gizleyebildiğini fark ettiğinden beri eline makas almamıştı. Bu yüzden herkesin açmaktan çekindiği malum konuya giriş yapmakta bir mahsur görmedi. İçten içe herkes Sulhi’nin durumunu merak ediyor, bu işi nasıl çözeceklerini enine boyuna düşünüyorlardı.

“O kızın intiharı çok etkiledi Sulhi abiyi…”

Adem salatalık turşusu ve otlu peynirin verdiği enerjiyle bir nebze olsun toparlamıştı. Döner herkese iyi gelmişti. Sonunu düşünmeden söze başladı.

“Defalarca uyardı kızı. Dinlemedi… Tane tane anlattı, olmadı. Modern Türk şiiri bir nevrozdu kızda… Zamanla büyük bir obsesyona dönüştü. Olmuyordu, ne yapsa ne etse sağlam bir şiir yazamıyordu kızcağız. Nesre yönelmeliydi. Yalvardım, yakardım. Dökmediğim dil kalmadı. Vazgeçmedi. Muhakkak bir şiir yazacak, sitede yayınlatacaktı. Evine kadar gittim, arkadaşlarıyla, ailesiyle konuştum. Ölümü göze aldım, ta Sinop’a, abisinin çalıştığı liman işletmesine kadar gittim. Bu şiir işinden vazgeçsin, nesre yönelsin diye ayaklarına kapandım. Sulhi abiye de gittim. Defalarca… Telefonlarımı engelledi, mail hesabımı bloke etti. Sırf bu yüzden yeni bir telefon almak zorunda kaldım. Nice diller döktüm. Nuh dedi peygamber demedi. Abi bak, yalvarıyorum sana, kız kendine kıyacak, Allah aşkına bir şiirini yayınla, sen de kurtul, kız da kurtulsun, biz de kurtulalım dedim. Dinlemedi…”

“Ben kargadan başka kuş bilmem kardeşim. Benim için Muhsin başkandan başkası yalan!”

“Hacı, Kürt Dili ve Edebiyatı rafına koysana şu telefonu, çok ses geliyor. Devam et kardeşim sen.”

‘’Bir gün Oğuzhan geldi, sadece yedi kelime kullanma hakkı kaldığı için kısa bir not yazıp elime tutuşturdu. Yanakları iyice pembeleştiği için işin ciddi olduğunu anladım. Kâğıtta acilen herhangi bir haber kanalını açmam gerektiği yazıyordu… Hemen TRT Kürdî’yi açtım. Aman Allah’ım! Betim benzim attı…”

“Eee…”

“E’si şu… Koca manşet sanki bütün evi kapladı. Oturmaya, yatmaya, sigara içmeye, nefes almaya yer kalmadı. Edebiyat sevdalısı genç kız cinnet geçirerek intihar etti! Her yerden spot geçiyorlar. Telefonum susmuyor. Twitter’ı yıkacaklar. Kızın yüzünü blurlamışlar, sağ altta siyah beyaz bir Bakunin resmi. Sulhi abinin fotoğrafını bulamadıkları için onu koymuşlar. Spiker konuşmaya başladı, Edebifikir isimli sitede 327. defa şiiri geri çevrilen genç kız cinnet geçirerek canına kıydı. Bir ay sonra on sekiz yaşına basacak olan P. P. aşırı dozda Hikmet Anıl Öztekin ve Kahraman Tazeoğlu kitabı okuyarak intihar etti. Olayın akabinde hakkında soruşturma başlatılan site editörü Sulhi Ceylan isimli şahsın sorgusuna yarın başlanacak. Çağlayan Adliyesi’nde görülecek davanın tarihi…”

“Bunlar yavşak Ömer! Ben Kazakistan’dayken tuttum bir tanesin yakasından… Ya sen kimsin Türk Ocakları hakkında laga luga yapıyorsun lan namussuz köpek dedim. Bir tane yağladım ağzına, lavuk pestil gibi yere serildi. Her yer kan…”

“Ömer Allah aşkına kıs şu telefonun sesini ya! Ayıptır ya! Devam et kardeşim sen.”

“Hemen bir taksi tutup Oğuzhan’la vın turizm. Kadıköy taraflarında bir karakol… İti uğursuzu içeride… Leş gibi esrar kokusu cabası… Göstermediler baştan. İkinci günün akşamına ancak görebildik. Epey ezmişler. Yüzü gözü yara bere içindeydi. Zaten bombalı tasarımlarımız yüzünden iki defa polis baskını yemiştik. Çoktandır adı kara listedeymiş. Aruz vezniyle şiir yazan genç bir yunus polisi daha önce sitede bir şiirini yayınladığı için Sulhi abiye sahip çıkmış. Biz de onun sayesinde görebildik. Her şeyi etraflıca anlattı. Meğerse fişlemişler Sulhi abiyi. Bu olay olmasa da pundurasına getirip alacaklarmış. CİMER’de hakkında binden fazla şikâyet varmış. Hepsi de şiir şikâyeti. Yalan dolan, topu iftira. Teşkilatta bayağı da meşhurmuş adı, yabanın diline düşmüş, lakap bile takmışlar. Canımsın Sulhi…”

Kant’tan sonra çok değişti…”

“Allah o Kant denen deyyusun belasını versin Ömer abi! Sulhi abinin mahvına o kefere sebep değilse benim adım Adem değil abi… Ötede iki elim yakasında. Ateşlere yansın gâvur ki yalımı tüm kıta Avrupa’sını sarsın!”

Mehmet Raşit piposunun tütünün tazeledi. “Gevura gevur diyen” bir yiğide rastlamak onu çok mutlu etmişti. Dik başlar, erkek haykırışlar onun yegâne yaşam sevinciydi. Himmetini topladı, İbrahim’e afili bir klark daha çekti, arsız çekirge işarî yorumu emir telakki ederek olan gücüyle haykırmaya başladı:

“Gevuuuurrrlaaaaarrrr! Gevvuuğğr bunlaaaaar! Kefereeleeeer!”

“N’oluyor oğlum kendine gel lan! Feyyaz tut şunu Allah aşkına elimde kalacak yemin ediyorum!”

İbrahim Orhun halife hazretlerinin pak nefesleriyle cuş-u huruşa gelmiş, amansız bir sekr haline girmişti. Bir türlü cezbesi kesilmiyor, duvardan duvara top gibi yuvarlanıyordu.

“Kefereeee! Gevuurlaaarr! Allah! Allah! Allah! Allah! Allah! Allah! Kant gevuruuuu! Descartes gevuuuruuu! Spinoza keferesiiiii! Allah! Allah! Allah!”

Ömer iki saattir ağzında döndürdüğü tavuk döner lokmasını nihayet midesine indirince adeta bir Hulk’a dönüştü. Acılı şalgamından son bir yudum alınca karın kasları büyümeye, tricepsleri, bicepsleri ve sırt kasları patlamaya başladı. Teşkilat-ı Mahsusa baskılı tişörtü yırtılmış, boyu handiyse bir buçuk metre daha uzamıştı. Talat Paşa’nın torunlarından elli bin dolara satın adlığı parabellumunu İbrahim Orhun’un alnına dayadı ve üçe kadar sayacağını, hemen bu odayı terk etmezse beynini şuracıkta dayatacağını söyledi.

“Biiiiir! İkiiiiiii!”

Halife hazretlerinden olur alan İbrahim Orhun, Oğuzhan’ın odasına yollandığında salonda çıt çıkmıyordu. Ömer Adem’e dönerek, anlatmaya devam et, bölen olursa yakarım dedi.

Sanki uzak bir yerde cızırtı halinde birileri konuşuyordu. Salonda ses kesilince bu tok erkek konuşmaları iyiden iyiye duyulur olmuştu.

“Hilafetin ilgasından sonra Türk yurdunda çok şey değişti Ömer. Ammaaa duuuurrr! Böyle bitmeeeez! Benim şu başım omuzumda durduğu müddetçe CEHAPE zihniyetine rahat yok bu dünyada kardeşim! Bir de Haneke sinemasında Halit Refiğ etkisi çok önemli bir mesele. Dönem itibariyle değerlendirmek lâzım, zaten üstad Necip Fazıl da Sorbon’da okuduğu sıralarda…”

Ömer telefonu dolaptan alıp karşılık verdi, “Haklısın Davut abi. Evet evet, kesinlikle öyle…”

“Hâlâ 5 dakika var, birazdan uyuya kalacak telefonda. Anlatmaya devam et Adem!”

Parabellumun soğukluğunu burnunda hisseden Adem anlatmaya devam etti.

“Abi Kant’a kadar her şey normaldi. Külliyatı bitirdiğinde ciddi bir dönüşüm başladı. Baştan buluşmalarımızı azalttı, sonra daha uzun aralıklarla telefonlara cevap vermemeye başladı. Tadı tuzu toptan gitti adamın. Nutellayı denedik olmadı, Bahadır abi Antep fıstıklı tahin helvası yolladı Bursa’dan, olmadı. Bir iki şiir reddet iyi gelir abi dedik fayda vermedi. Ne yaptık ne ettik başaramadık. Tümüyle iletişimi kesti, son olaydan sonra Tuzla sahilinde görenler olmuş ama ben ihtimal vermiyorum abi…”

“Mezar olayının aslı ne hacı?”

“Abi bir gün, Kant’tan sonra tüm bildiklerinin gerçekliğini sorgulamaya başladığını söylemiş Bahadır abiye. Derin bir şüphenin ruhunu ele geçirdiğinden söz etmiş. Gitmekten, herkesi, her şeyi terk etmekten, toprağın altında bir mezar kazıp orada yaşamaktan bahsetmiş.”

“Bahadır ne demiş?”

“Gülmüş abi, onuruyla oynamış, alay etmiş. Kolpayı bırak, milleti ayıklama artık yeter, demiş. Onun da birçok şiirini reddettiği için sevinmiş hatta…”

“Şerefsiz!”

“Sonra bir gün yazdı abi bana…”

“Kim? Bahadır mı?”

“Hayır, Sulhi abi… Temize çekip çıktısını aldım. İşte, okuyun…”

Adem haftalardır cebinde duran yıpranmış kağıdı aldı, kenarlarına yapışan otlu peynirleri temizleyerek okuması için İbrahim Halil’e uzattı.

“Sevgili Adem,

İnsan ve hakikatle alakalı müthiş tanımlar yapmak istiyorum ama hiç olmadığım kadar meşgulüm. Memlekete döndüm. Dedemden miras kalan arsayı çitle çevirip ortasına geniş bir mezar kazdım. Yalan olmasın, kepçe tuttum kazdırdım… Uğraşamam böyle şeylerle. Kitaplarımı yakmayı denedim ama olmadı, az daha evi yakıyordum. On bin cilt kitap, kim uğraşacak. Ona da üşendim… Kitapları yakma işini sana havale ediyorum. Vasiyetimi yazmıştım, malum… Hepsi yanacak! Birini alırsanız haram zıkkım olsun! Burada rahatım yerinde, on numara ortamım var. Başlarda kaşık yontup satmayı denedim ama hiç elim yatkın değil, beceremedim. Artistliğin lüzumu yok dedim, Server Bedii mahlasıyla best-seller aşk romanları yazarak geçimimi sağlıyorum. Emekli aylığım da cebime kalıyor. Mis gibi hayatım var. Hiç kadın görmeyince insanın hücreleri de yenileniyor. Camiinin altına kadar uzanan ayrı bir tünel daha kazdırdım. İmam efendiye bir Cumhuriyet altını ateşleyince eski bir dergâhtan bozma olan camiin halvethanesine bir de çıkış kapısı ayarladık. Burada çok mutluyum. Beni hiç merak etmeyin. Lütfen artık aramayın. Site sana emanet. Canımsınız…”

“Vaziyet böyleyken böyle abi.”

‘’Vay anasını işe bak arkadaş…”

“Alo! Davut abi! Alooo! Oh be… Uyudu sonunda…”

Ömer kırmızı kapatma tuşuna bastığı anda telefon tekrar çalmaya başladı. Arayan Bahadır’dı. Küplere binen Ömer yaylım ateşine başladı. O an Bahadır yanında olsa parabellumunu ağzına dayar, gözünü kırpmadan beynin dağıtırdı.

“Sen nasıl bir şerefsizsin lan! Sulhi abiye yapılır mı bu! Hepimizin üzerinde hakkı var, seni adam edebilmek için yıllarını yele savurdu da gıkı çıkmadı herifin. Saç kalmadı lan adamın başında, çakal! Ben nasıl doktor oldum sanıyorsun? Onun sayesinde… Bugüne bugün doktorum ben doktor! Gıyabında neler demişsin adamın hayvan herif!”

“Bitti mi?”

“Ne diyeceksen de ve kapat telefonu! Bir daha da beni arama…”

“İbrahim Orhun şuan orada yaşanan her şeyi yazdı bana. Sabırla dinleyecekseniz anlatacağım. Adem size bir polisten bahsetmiş. O yunus polisine aruz vezniyle yazdığı şiirleri veren bendim. İki gün önce beni aradı polis… Kendinde değildi. Gözyaşları içinde her şeyi anlattı. En ince ayrıntısına kadar… O da daha önce şiir yazamadığı, daha doğrusu yayınlatamadığı için bileklerini kesmeye yeltenmiş. Ağlayarak anlattı her şeyi. O günden sonra bir dize olsun şiir yazamadığından bahsetti. Her akşam o canına kıyan kız rüyalarına giriyormuş. Bırakmış artık şiiri, tövbe etmiş… İçinde yanan bir ateş varmış… Sulhi abi beraat ettikten sonra izini sürmüş. İş sandığınız gibi değil dedi.”

“Neymiş aslı?”

“Ömer… Dilim varmıyor kardeşim ama elimde fotoğraf ve belgeler var. Gözümle görmesem ben de inanmazdım kardeşim. Kafayı çizmek üzereyim kanka…”

“Nedir oğlum, lafı ağzında geveleme de çıkar şu baklayı artık!”

“Hacı, Sulhi abi evlenmiş! Memlekete de bu yüzden gitmiş. Kimseye dert anlatmamak için yerin altına gömmüş kendini. Bir daha çıkmamacasına hem de. Birine âşık olmuş, müthiş şiirleriyle efsunlamış kızı. Kızın anası babası yokmuş. Çöpsüz üzüm… Sosyal bağları olmadığı için kendi aralarında bir nikâh kıyıp palas pandıras evlenmişler.”

“Hadi canım sen de, daha neler!”

“Vallahi doğru söylüyorum. Bir daha şiir yazmak nasip olmasın. Tek kelime hilaf yok. İmanıma doğru hepsi… Bir yolunu bulup kredi kartı bilgilerine ulaştık. Emniyetten… Hazırsanız kredi kartı ekstresinin dökümünü okuyorum. Açın kulağınızı da dinleyin. On beş kg Antep fıstıklı helva, 27 kutu büyük boy Nutella, 15 kutu Ballı Hardallı Gong, sedef çelik çeyiz sandığı, Ördekçi oğlu tava seti, Bosch marka davlumbaz, bir senelik Exxen üyeliği, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi kitabının son baskısı, iki adet elma şekeri, bir adet disko topu…”

“Tamam, sus artık! Yeter! Yeter!”

Ömer telefonu kaptığı gibi duvara çarptı. Alet paramparça olmuştu. Hırsını alamayıp telefona ateş etmeye başladı. Sanki Gülsuyu Mahallesi, bülbül gibi şakıyan parabellumun ninnisiyle uykunun ateş çemberinden geçmeye hazırlanıyordu.

Oğuzhan’ın yüzüne mıhlanan gülümseme kaybolmuş, İbrahim Halil’in ağzından ömründe ilk defa bir küfür çıkmış, Feyyaz iki saattir ovmak bahanesiyle ayak falına bıraktığı Ömer’in ayaklarını bırakmış, Adem tekrar bayılmıştı.

Salonda çıt çıkmıyordu. Edebifikir ekibi İttihat ve Terakki Marşı ile çalan telefonun sesiyle irkildi. Bunca darbeye rağmen Ömer’in telefonu hâlâ çalışıyordu. Arayan Davut’tu. Ulu bilge Mehmet Raşit 78 saat 39 dakika 27 saniyedir oturduğu berjerden kalkarak telefonu açtı.

“Uyuya kalmışım Ömer’cim… Şu Cemal Paşa meselesini anlatıyordum değil mi? Onu bilahare anlatacağım ama eski lahitte yazdığına göre Matta incili…”

İbrahim Orhun put kesilmiş, Raşit’in kalktığı berjere bakıyordu. Kurumuş mandalina kabukları arasında kahverengi koltukta beliren siluette, “Türkiye Türklerin! Sorma neden niçin, bak, güzel bir gün ölmek için!” yazıyordu.

Korkunç bir sayha koptu!

Beşinci kattan sokağa indiklerinde saçlarından elektrik tellerine asılı kalmış halde sallanan İbrahim Orhun’u kurtarmak için belediye vinç operatörünü aradılar. Tam Davut, Trabzon Rum Patrikhanesinde başına gelen trajikomik bir olayı anlatmak üzere derin bir nefes almıştı ki, telefonun şarjı bitti.

 

Edebifikir İhtiyar Heyeti

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • Bu yayınlar neden bırakıldı, aloooo yayın açın yayın! , 15/10/2024

    Bütün sahneler gözümde canlandı, çok iyiydii.
    Sulhi abiye bir iki şiir reddet iyi gelir denmesi, Ömer abinin sövgülerini dinleyen bahadır abinin tüm rahatlığıyla bitti mi demesi, Davut abinin meseleleri birbirine bağlamadaki ustalığı,raşit abi ve Orhun abi arasındaki usta çırak ilişkisi,Ömer abinin doktorum lan ben doktor demesi oğuzhan abinin mütebessim çehresi, ibrahim halil abi ile alakalı tespitler, adem abinin bayılması ve onu ayıltma ayini, feyyaz abinin bu sohbetteki konumu o ortamda varmışçasına hissettim. Yazıyı yazan ihtiyar heyeti 918 sayfalık roman yazsın bu kalibrede okuruz 2-3 solukta. bir solukta okuyamayız çünkü 918 sayfa az değil o yüzden, yoksa okurduk canım niye okumayalım..

  • Davut Bayraklı , 14/10/2024

    Hiç üşenmeden bunları yazmak da, ne bileyim… Baya bir yük… İtirazım yok ama cevap hakkımı kullanacağım en kısa zamanda… Bu arada 2010-2011 Şampiyonu Trabzonspor’dur. Aksi iddia edilemez.

  • Bahadır Dadak , 14/10/2024

    Boş boş işler…

    • ADEM SUVAĞCİ , 14/10/2024

      Otlu peynir sendromunun etkileri bunlar abi.

  • N. Cihan Karakurt , 14/10/2024

    Davut abi başına gelenleri bana anlatıyor şu an. Bittiğinde buraya yazarım.

    • ADEM SUVAĞCİ , 14/10/2024

      😂😂😂
      Çok iyiydi bu hocam, Allah razı olsun😅

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir