Sulhi Abi,
Sünbüli havaları ayrı bir seviyorum. Bana kendimle baş başa kalmamın gerekliliğini hatırlatıyorlar. İçimi kalabalıklardan arındırmam gerektiğini… Her yalnız kalışım serapa sancı. Alelâde ağrı ya da sızı değil. Mahza sancı. Ama ben bu sancıyı iç organlarımda değil kafamın içinde hissediyorum. Kafatasımı oluşturan kemiklerin kaynaşım noktalarına balyozla vuruluyormuş gibi. Kafamın içi acıyor. Bundan dolayı da canım. Bitip gitmeyen yitip yok olmayan bir memnuniyetsizlik hissi ile yaşıyorum uzun bir süredir. Memnuniyetsizliğim kendimden. Vehimlerim, zanlarım, kendimle bir türlü uzlaşamamamdan. Bu hisle yaşamayı zamanla öğreneceğimi sanmıştım ama baş etmekte zorlanıyorum. Benperestliğin putperestlikten daha tehlikeli olduğunu idrak ettiğimden beri kimliğimi sorguluyorum. Sen, deniz dalgalanmadan durulmaz dersin her zaman. Durulamamaktan şikâyetçi değilim ama biteviye sancıyla yaşamak beni rengârenk acılara boyuyor. Benliğimi, her şeye ve her şeyime rağmen benliğimi, bir türlü teşrih masasına yatıramıyorum. Kendimi çarmıha germek istiyorum. Avuçlarıma ne zaman baksam onları çivilenmiş görüyorum. Bileklerime doğru derimi yakarak akan kanlarla. Pişmanlık damlalarıyla.
Sokakların cazibesine ne zaman tutuldum bilmiyorum ama sokakların bana iyi gelen bir tarafı olduğunu biliyorum. Kendimi bildim bileli bunun farkındayım. Ben doğuştan sokakların çocuğuyum. Herhangi bir sokağın değil, tüm sokakların. Sokaklarda ne bulduğumu soruyorlar. Beni sosyal görünümlü asosyal biri olarak tanımlayanlar bile var etrafımda. Kalabalıklar içinde kaybolmak, sosyal bir ‘yokluk’ olmaktansa sürüden ayrılıp yalnızlığı tercih ederek asosyal bir ‘varlık’ olmayı tercih ettiğimi söyleyip söylememe konusunda çok tereddüt ettim. Bulvardan saparak arka sokağı keşfetmenin, ana caddeden ayrılarak yan sokağa girmenin hazzını nasıl izah edebilirdim ki? En nihayetinde cevap vermemeyi tercih ettim. Zira susmaya konuşmaktan daha çok ihtiyacım var. Bunun farkındayım. Dinginlik, tenha ve ara sokaklara. Ve de karanlığına. Hem de her zamankinden çok.
Kendimi tanımlamak için çok çaba sarf ettim. Kendimi tanımaya tanımlamayla başlayabilirdim çünkü. Tanımlamak çözümlemek için gerekliydi. Doğal olarak, çözümledikten sonra da yorumlamak. Kendimi sahip olduklarım üzerinden mi yoksa kuvveden fiile geçmemiş fikirlerimden hareketle mi tanımlayacağımı bilmiyorum. Doğrusu ben kendimle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyorum. Tanımlayamadığım için çözümleyemiyorum. Un ufak olup tekrar bir araya gelemiyorum. Dağıtamıyorum, dağılamıyorum ve bu yüzden sürekli dağlanıyorum. Ne zaman bir şeylerden soyunsam daha doğrusu soyunduğumu sansam bambaşka bir gerçekle karşılaşıyorum. Matruşka gibi. Bu yüzden gerçeklikle aramdaki mesafeyi bir türlü azaltamıyorum. Olduğum yerle olmak istediğim ya da olmam gereken yer arasındaki voltaj farkı beni alev kızılı bir kora çeviriyor. Nedir bu cezbesine tutulduğum rahatsızlık hissi veren şey? Neden arayışım son bulmuyor? Sahi, Sulhi Abi, insan neyin cezbesine tutulduğunu nasıl anlar?
Yalnızlıktan haz almanın iyi mi yoksa kötü bir şey mi diye sorduğumda bana bunun iyi bir şey ve kendine yetebilmenin bir lüks olduğunu söylemiştin. Her şeyden çok kendime varmaya ihtiyacım olduğunu idrak ettiğimden beri her fırsatta usulca köşeme çekiliyorum. Bu yüzden olsa gerek yolculuğun da yalnız olanına müptelayım. Yollar benim merhemim. Sokaklar yara bandım. Yaralanmanın yarılanmanın şartı olduğuna inanıyorum. Yolu yarılamanın da. Bir yolculukta azın bitip çoğun kaldığı evreden, çoğun bitip azın kaldığı evreye gelebilme ihtimali. İşte ümit denen sevgiliye burada âşık oluyorum. Ümit… Anlamayı anlaşılmaya üstün tutabileceğime olan inancım. Ve de prangasız, beklentisiz tümüyle serâzat yaşayabileceğime. Hakikatime varabileceğime.
Sana aldanmayla ilgili aforizmalar kurmak değil niyetim. Tek söyleyebileceğim her aldanışımın bir öncekinden daha sert ve sarsıcı olduğu. Öylesine şaşıyor ve anlayamıyorum ki tek farkında olduğum durum aldandığım oluyor. Senden kişinin kırıla kırıla, parçalana parçalana, bölüne bölüne, azala azala insan olacağını duymuştum. Başkasının beni aldatmasını bir nebze sineye çekebiliyorum. Ama kendimi affedemiyorum. İnsanın kendisini aldatması her türlü aldanıştan daha azap vericiymiş. Kendini, kendine karşı savunmak zorunda kalmak. Kendini yargılamayı başarabilmenin bir erdem olduğunu çok sonra anlamak. Kendini kör bir kuyuda sanıp aslında ipinin çok kısa olduğunu fark etmek… Bu hakikat tecellileri güzel ama tahammülün mumdan kayığına binmek çok zor.
Sulhi abi sen zırhlan dedin, ben soyundum. Sen teslim al dedin, ben teslim oldum. Sen dur dedin, ben ilerledim. Sen kal dedin, ben gittim. Sen ne dediysen ondan yüz çevirdim ya da neyi yapma dediysen ona yüzümü çevirdim. Hülasa ben söz dinlemeyi bir türlü öğrenemedim. Fakat öğrenebileceğime dair umudumu koruyorum. Buna rağmen senden öğrendiğim çok şey de var. Serâzat olmayı. Düşer düşmez ayağa kalkmayı. Anda kalmayı. Geçmişi geçmişte bırakmayı. Geleceğin omuzlarına beklenti yüklememeyi. Vazgeçmeyi. Duruş sergilemenin ne demek olduğunu…
Kardeşin Muhammed Furkan Kâhya
5 Yorum