Bu metin, 26 Ocak Pazar günü Edebifikir ekibinin gerçekleştirdiği Kadıköy buluşmasının arkasında yatan niyetleri anlatan bir yazıdır. Anlatılanlar gerçektir.
***
Bir endişesi vardı, belliydi. Gün be gün yaklaşan dertler yumağına hazırlık yapmak Feyyaz Kandemir’i yıpratmıştı.
Muhammed Furkan Kâhya, sınav dönemini kazasız atlatmanın sevinciyle memlekete dönmenin peşindeydi. Sırtından indirmediği çantasıyla Kadıköy’e geçip Sulhi Ceylan ile buluşmayı planlamıştı. Oradan kapacağı feyz û bereket ile memleketi Bursa’ya kadar gidebileceğini düşünüyordu. Düşünmek, umuda kapı açıyordu belkide.
Âdem Suvağcı, bir haftalığına girdiği kış kampının yorgunluğunu, izleyeceği birkaç film ile azaltmanın peşindeydi. Bakkaldan aldığı çekirdeğin çıtırtısını daha film başlamadan kulağında duymuştu.
Sulhi Ceylan ise neyin peşinde olduğu meçhuldü. “Hakikat” diyordu ama bizi inandıramıyordu.
Ekibin buluşma yeri her zamanki gibi Kadıköy’dü. İlk gelen Âdem oldu ya da kendinin ilk olduğunu sanıyordu. Hayat işte sanıdan başka ne ki! Kadıköy’de zıtlıklar yine birbirine göz kırparken Âdem kendini Çaykolik’te buldu ama ekipten kimsecikler yoktu. Saat yedi sularında Sulhi Ceylan’ı arayarak Kadıköy’ün hangi sokaklarını arşınladıklarını sordu. Bunun cevabını telefonu açan Furkan Kâhya verdi: “Bahariye’deyiz. Çaykolik’te bekle, geliyoruz.”
Sulhi Ceylan, Feyyaz Kandemir ve Furkan Kâhya Çaykolik’e vardığında Âdem, köşeye çekilmiş, yeni çıkan yabancı dizilere kaçak yollarla nasıl ulaşabileceğini düşünüyordu. Tabiî üçlünün içeri girmesiyle devreler kapandı. Kısa bir hâl/hatır sormanın ardından Âdem hedef tahtasındaki yerini aldı. Yoksa hiç inmemiş miydi buradan? Kim bilir yine, neye inatla muhalefet edip, bir şeyleri anlamamakta veyahut yapmamakta ısrar etmişti!
İlk oku Sulhi Ceylan attı. Aslında oklar hep onun elindeydi. İstediği zaman istediği kişiye attırırdı bu okları. Bu sefer de öyle oldu. Âdem’in yazması gereken yazıları yazmadan kış kampına gitmesinden yakınıyordu. Ama kime? Feyyaz, o sıra telefon ile uğraşıyor, bir yandan mesajlaşıp bir yandan da oyun oynuyordu. Önünde bir muharebe vardı ama o, telefondan çıkamıyordu. Furkan ise, önündeki kurabiye ve yaprak sarmalarının analizlerini yapmaya hazırlanıyordu. Âdem, Sulhi’nin uyarılarını can kulağıyla dinliyordu. Çünkü konuşmalar hep “yoksa bir daha…” ile başlayan cümlelere uzanıyordu.
Bu mesele tatlıya bağlanırken(!) konuşulması gereken konular birer birer masaya bırakıldı. Mantık derslerinin ikinci döneminin başlangıç tarihi için istişare edildi. Önerileri alan Sulhi, Feyyaz’ın düğün gününde yani 29 Şubat’ta dersleri başlatmanın peşinde olduğunu bakışlarıyla îmâ ediyordu. Bir yandan da böyle bir tarih aldığı için Feyyaz’ı gözleriyle tebrik etmeden kendini alamadı. Sonuçta 29 Şubatlar dört yılda bir gelen bir tarihti.
Âdem, yurtdışı hayallerini gerçekleştirebilmek için bir yarışmaya katılacağını anlattı. Dereceye girerse beraberinde 3 kişiyi de Endülüs’e götürebileceğini söyleyince masadakileri bir heyecan kapladı. Ama o sıra gözler Feyyaz’ı yokladı. Çünkü heyecan ona hiç uğramamıştı. O artık nişanlıydı ve istediği her yere kolay bir şekilde gidemeyecekti. Her ne kadar aksini iddia etse de masadakiler bu konuda “Elbette göreceğiz seni” bakışını Feyyaz’ın üzerine boca etmişlerdi. Artık bütün buluşmalar kısa mı kalacaktı? Tam da bu sıra Âdem’in aklına Serdar Kocabaş tarafından Edebifikir’in evlenen yazarlarına adanmış olan “Evli Adamın Şiiri”nin mısraları geldi: “Bana müsaade… / Evde hanım bekler!”
Daha sonra memlekete dönmek üzere Furkan ekipten ayrıldı. Kalanlar, masanın üzerindeki konuların yanına çayları da koydu. Çay büyük bir konuydu, edebiyata kurban gitmişti. Çaylar içilip Feyyaz Kandemir’in aldığı şiir kitabından birkaç mısra okunduktan sonra konu Klasik Yunan felsefesine geldi. Sulhi Ceylan, Klasik Yunan felsefesinin temelinin Mısır ve Babil’e dayandığını, bu ikisini aradan çekersen bütün Klasik Yunan felsefesinin çökeceğini söyledi. Feyyaz, bu konuda hak verdiğini ama nereye gitse karşısına Sokrat, Aristo ve Platon’un çıktığını da ekledi. Acı çekmenin insanı değiştiren yönü, Yunus balığının karnının bir arınma ve dönüşme yeri olduğu gibi pek çok konuya kısaca girilip çıkıldı.
Çaylar deveran ederken konular da ona uyup deveran ediyordu. Her çay, yeni bir konuyu açıyordu. Masada çay olmayınca konular duruyordu sanki. Bunu fark eden Âdem, bu kez de sessizce Cahit Zarifoğlu’nun Aylak Göz şiirinden bu mısraları fısıldadı: “Ve oturdu mu bir masaya / Hakkını verir çay içmenin”
Masadaki konular, Kadıköy’ün sokaklarını kurşun gibi turlarken ekip mekândan ayrılıp Yeldeğirmeni’ne doğru yol almıştı. Yolda, Türk şiiri ve şairleri konuşuldu. Osman Konuk’un yeni kitabı “Kımızıda Beklerken” değerlendirildi. Hayatın bir bekleme olduğuna vurgu yapıldı. En çok da gelmeyecek olanın beklendiği dile getirildi. İşte o an bir öküz yazarlarımızın içine oturdu ve hiç de kalkası yoktu.
Acıyı azık yapan üçlü, Ayrılıkçeşmesi’ne gelince her zamanki gibi bu durağın isminin anlamını irdelemeye başladı. Sonuçta iki tren, iki farklı yöne gidecekti. İki farklı yere ayrılığı götürecekti. Ve götürdü de…
Edebifikir