Sevgili Davut;
Kırk yaşındayım ve biliyorum ben de öleceğim!
Delik deşik bir sabaha daha uyanıyorum. Yokluğu kalbimde yurt kuralı, bedenim kefen soluyor. Bitimsiz, ebedi bir sürgün bu biliyorum, bu yüzden kül kokuyor gözlerim. Nedense kendi hikâyemden sürülmüş bir asi gibi hissediyorum kendimi. Bir türlü ileri gidemiyorum, geride bırakmadan bir şeyleri.
Bilirim, hayat bazen sadece bir yokuş olur, bunu sen de gayet iyi bilirsin! İnsan biriktirdiği insanların ağırlığı altında ezilir. Heyecanlar köşeye itilir. Ağaç tepelerinin hışırtısı duyulmaz. Böğürtlen toplayan çocukların sevinci unutulur. Sadece ince bir iplik kalır insan ile dünya arasında. Soluk…
Yine bilirsin, güneşe sadece batarken bakılabilir. Yasak meyvenin hazzı içimde depreşir durur. Dünya bana karşı sanki kötülük dayanışmasına girişmiştir. Her sokağın köşesinde Şeytan’ın nefesini hissederim. Tam ensemde. Yokluğu ise bir Cumhuriyet olur. Kalakalırım.
Kelimelerin son derece kısıtlı anlamları ifade ettiğini söylemiştim ona. İnsanın da her şeyi anlatamadığını. İçimde büyüyen, hayret ve suskunluğa sebep olan, dilimin ucuna kadar gelen ama bir türlü uygun kelime kabını bulamayan duygular var demiştim. İşte insan bu yüzden yalnızdır. İfade edilemeyen başkaları için yok hükmündedir. “Hüküm” ne ilginç kelime değil mi Davut? Eş anlamlısı yargı. Yarmak fiilinden türemiş.
“Eskiden güneşin doğuşu ile korkularım dağılırdı. Şimdi her sabah yeni korkularla uyanıyorum.” diyor Oğuz Atay. Atay’ın öykülerini sen de seversin. Bazı acılar görünüşte benzer olsa da nev-i şahsına münhasırdır ve bu yüzden her acı orijinaldir, bunu da bilirsin. Yani bir başkasının yaşamasına imkân yok! Her acı kalpte ağırlık kazanır. Kalpler ise Allah’ın elindedir. Yılların korkuları, arzuları ve kayıpları acılarımıza anlam ve ağırlık verir. İşte bu ağırlık ise kimseye anlatılamaz ve de aktarılamaz. İnsan sadece yaşar ve kabuğunda eskir. Çünkü eskimek acıyı unutmayı sağlar. Ya da bu bir sanrıdır. Sen de bu yüzden mi kabuğuna çekildin, sayfalar, kitaplar bizden daha mı iyi Davut?
Mevsim değişikleri beden ülkeme uğramıyor artık. Yüzüm hep sonbahar. Yaprak değil onu dökmek isterdim ama elimde değil. Ruhum gibi, bedenimden çıkmıyor. Ama biliyorum böyle devam ederse onu içimde öldüreceğim. Bu son derece kanlı olacak, ölümlerden ölüm beğeneceğim. Onu bedenimden soyacağım. Mecnun olmak kolay değil bilmez değilim ama Fuzûlî de “Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var” demedi mi? Davut sence ne yapmalıyım? Zunnun Mısrî hazretlerinin şu sözüne mi kulak kesileyim: “İnsan, tedirgin olduğu, korku ve kaygı içre bulunduğu sürece, yol’dadır; bunları kaybeden kişi, yol’dan çıkar; dolanır durur.” Sence ben yolda mıyım?
Bilir misin, mürşid-i kâmillerin bir işi de müridini aşk-ı mecaziden kurtarıp aşk-ı hakikiye ulaştırmaktır. Ama öncelikle müridin kendini tanıması gerekir. Aşk insana kendini tanıtan en büyük nesnedir(!) o yüzden! Önce, âmiyâne tabirle kişinin sürünmesi gerekir. Dibe inmedikçe kibir kırılmaz. Kibir kırılmadıkça da insan kendiyle yüzleşemez. İşte aşk burada devreye girer. İnsana kendinden daha fazla sevebildiği birinin olduğunu gösterir. Kendini unutturur. Kendini diyorum. Bu o kadar zor bir iş ki Davut!
Bazen gecenin karanlığında sessizce yürürken aniden bir şey kıpraşır içimde. Sanıyorum sana da oluyordur. En unuttuğun, artık hatırlamayacağım dediğin andır o an. Hatıralar tüm gücüyle kalbine saldırır, hunharca… Çaresiz başını eğersin diline şu cümleler gelir; “İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.”
Biz böyle değildik Davut. Zaman üzerimizden geçmekle kalmadı, bizi değiştirdi. Gerçi bunlar bahane. Bir şekilde değişmeye teşneydik demek ki. Nedense insan zamanla durduğu yerden şikâyet etmeye başlıyor. Sonraya arayış geliyor. Rahatsızlık artıyor, işti evlilikti derken değişim de kendine yer buluyor. Dostlar kavuşamaz, gözler temas kuramaz oluyor. Yeni iptilalar vücut ikliminde kendine yer bulurken arayış ise hiç bitmiyor. Bunları neden anlatıyorum biliyor musun? İnsan ölüme doğru bir varlık ya, bu sebeple hakikate dair olmayan hiçbir şeyin önemi yok. Yok ayrılıkmış, yok şuymuş, yok buymuş… Bütün bunlar insana kendini unutturan âmiller. Eğer bunlar ile Hakk’ın isimleri arasında bağlantı kurulursa ne âlâ yoksa hepsi ayrı bir dipsiz kuyu.
Didem Madak’ı sevdiğimi bilirsin. Bir şiirinde şöyle diyordu “Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden / Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.” Artık başarıya inanmıyorum. İnsanların değerlendirmeleri üzerinden bir takım yargılara varmayı saçma buluyorum. İnsanın objektif olabilmesi ise imkânsız. Ne yaparsak yapalım o gemiler azgın dalgalarda kaybolacak. Ve bu dalgaların azgınlığını ise insanların benim hakkındaki önyargıları belirleyecek. Neden mi bunları söylüyorum? Artık insanları hiç takmayalım diyorum. Ar u namus şişesini taşa çalalım. Ben başka bir çıkış yolu bulamıyorum. Senin bir önerin varsa da dinlemeye hazırım.
Ehl-i irfanın; kişi kendine içine düştüğünde orada Hakk’ı bulursa veli, kimseyi bulamazsa deli olur, mealinde sözleri var. Acaba bizim nasibimize ne düşer dersin? Yoksa biz içimize bile düşemez miyiz? Biraz karamsar olduğumu bilirsin, bedbin cümleler bir yolunu bulur ve dilimde kendine yer edinir. Sonra düşünce koridorlarında kaybolurum. Sen kaybolmayayım dedin ve kendini çoğalttın. Bu bir seçim, diyecek bir şeyim yok ama Davut, insan bazen bulunduğu yeri değiştirmek ister de hatıralara yayılan kökleri ona izin vermez. Bunu da bil isterim.
Sulhi Ceylan
4 Yorum