“Hikâye mi, öykü mü?” ya da “Hikâye ve öykü farklı anlatı türleri midir?” sualleri, edebiyatımızda yıllardır süren bir tartışma konusu. Kimi edebiyatçımıza göre hikâye, kimi edebiyatçımıza göre ise öykü. Kimi edebiyatçı da ayrım yapmadan iki türü de bir görmekte. Bu iki edebî tür arasında bir rekabet olduğu gerçek. Hem içerik hem işleyiş bakımından baktığımızda, aslında birbirleriyle aynı görünseler de belirgin çizgilerde farklılıkları bulunuyor. “Peki, nedir bu farklılıklar?” sorusunun cevabını vermeden evvel iki kelimenin, yani hikâye ve öykünün hem geçmişine hem de sözlük anlamlarına bir göz atalım.
Hikâye, Arapça kökenli bir kelime. Osmanlıcada “hikâyet” şeklinden yazılıp söylenmiştir. Türk Dil Kurumu (TDK) hikâye için beş farklı anlam kullanmakta. TDK güncel Türkçe sözlükte: “Bir olayın sözlü veya yazılı olarak anlatılması; aslı olmayan söz, olay; gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü, öykü.”
Öykü, “taklit, özenme” anlamına gelen “öykünmek”ten gelir. Öykünmek kelimesinin dilimizdeki yeri 15. asra dayanıyor. O dönem tercümesi yapılan “Hayâtü’l-hayvan”da “Maymun gördüğüne öykünür” şeklinde bir ibare yer almakta. 16. asır şairlerimizden Şeyhülislam Yahya Efendi’nin de öykünmek kelimesini bir beytinde kullandığını görürüz: “Olsa ne kadar hüsn ü melahatla serefraz / Öykünmeye sen dilber-i mümtaze güzeller”
Gelelim “öykü” kelimesine. İlk olarak dilimizde 1935 senesinde Dil Devrimi’ne rehberlik etmesi üzere basılan “Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu”nda görülür. “Rivayet, menâkıb, menkabe, menkıbe, hikâye, kıssa” anlamlarını taşır. Cep Kılavuzu’nda her ne kadar öykü, hikâye karşılığı olarak gösterilse de Dil Kurumu, bu kelimeyi uzun yıllar sözlüklerinde kullanmamış. Dil Kurumu tarafından 1945 senesinde yayınlanan sözlükte öykü kelimesi yer almaz. Sözlüğün 1955’te ikinci, 1959’da üçüncü, 1961’de dördüncü baskıları yapılır ama yine de öykü kelimesine yer verilmez. Ancak 1969’da yapılan 5. baskıda rastlanır ve karşısında sadece “hikâye” yazılır. 1983 senesinde sözlüğün 7. baskısı gerçekleşir ve öykü kelimesinin karşısında açıklamalar bulunur: “Tasarlamaya ya da gözleme dayanan bir olayı anlatarak okuyucuda ilgi ve beğeni uyandıran ve çoğu kez ancak birkaç sayfa tutan yazın türü. (Buna kısa ya da küçük öykü de denir.)”
Hikâye ve öykü kelimelerinin sözlük anlamları yukarıdaki şekilde verilir. Şimdi, ilk bakışta hiçbir farkın olmadığı, birbirlerinin eş anlamlıları gibi görünen bu iki kelimenin farklıklarına değinelim…
Birçok edebiyat araştırmacısının, yazarın ve hatta bazı şairlerin bile dâhil olduğu bir tartışma konusudur bu iki edebî türün farklılığı. Nedir bu farklılık? “Klasik Edebiyat” ve “Modern Edebiyat”; “Toplumsal” ve “Bireysel” anlatım; “Söze dayalı” ve “Yazıya dayalı” aktarım gibi aslında hep göz önünde olan ama ayrım yapma bilinciyle okunmadığı için fark edilmeyen farklılıklardır bunlar. Edebiyatımızda öykü adına ilk hareketlenme, 1940’ların başında Nurullah Ataç’ın “Batılılaşma” çalışmaları ile görünür. D. Mehmet Doğan, bir yazısında “Edebiyatımızda 1950’lere kadar öykü yoktu desek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Gelin de bu yokluğa isyan etmeyin! Ne hikmetse, 1950’lerde birden öykülerimiz ve öykücülerimiz oluvermeye başladı! Buna kim karar verdi? Şiirde dikiş tutturamamış, hiçbir edebî türde behresi olmayan, bu yüzden de tenkid yolunu seçen bir mütercim. Hem de babadan mütercim: “Hammer mütercimi Atâ Bey”in oğlu. Millî Şef İnönü devrinde Tercüme bürosunun başına getirilen Nurullah Ataç’dan bahsediyoruz. Harf inkılabı, dil devrimi ve Batı klasikleri tercümesi… Birbirine tamamlayan beyin yıkama hamleleri…” ifadelerini kullanır. Necip Fazıl Kısakürek, Nurullah Ataç konusuna “Kafa Kâğıdı” adlı eserinde şu şekilde değinir: “Şuuru bulunmayan, sözde tenkitçi nursuz Nurullah Ata” Romancı Kemal Tahir de “her zibidinin kelime uydurması ile, hele Nurullah Ataç gibi adamların kelime uydurması ile yürümez bu iş” ifadelerinde bulunmuş.
Âlim Kahraman’ın Modern Türk Hikâyesi adlı eserinde de öykünün Nurullah Ataç ile dilimize dâhil olduğu bilgisi verilmekte: “Bugün Türkçede her iki kelime de kullanılmaktadır. Ancak hikâyenin kullanımı çok eski olduğundan dil içindeki kökleri daha derine inmiş ve dallanıp budaklanmıştır. Modern Türkçenin bir ürünü olarak 1930’lu yılların ortasında kullanıma sunulan öykü, yetmiş seksen senelik bir geçmişe sahiptir. Öyle sanıyorum ki öykü kelimesinin dilimize yerleşmesini sağlayan Nurullah Ataç olmuştur. Bu konuda yapılan araştırmaya göre Ataç, yazılarında öyküyü 1949 yılında kullanmaya başlamıştır.”
Feridun Andaç, bir röportajda öykü ve hikâye arasındaki farkı şu şekilde tanımlar: “Asla birbirinin karşılığı değildir. Çünkü hikâye etme, hikâye anlatma geleneği sözlü bir kültürün ürünüdür. Sözlü gelenekte sözlü hikâye anlatma diye bir şey var. Anlatılan bir şeydir. Halk hikâyeleri gibi. Ama öykü, öykülemeden geliyor. Kurma, yeniden tasarlama, hakikati gerçeğe dönüştürme biçimi diyebiliriz. Ham olanı alıp, kendi bilincinizden kendi bakışınızdan geçirerek öykülüyorsunuz. Sözlü geleneğin bir türü olan hikâyeyle modern kurmacanın, modern anlatının bir türü olan öyküyü ayrı tutmak gerekiyor. Birinde yazarın bilgisi, bilinci, algısı gerekiyor; ötekisinde sözlü anlatıcı. Anonimdir bir anlamda hikâye anlatma geleneği.”
Yukarıdaki alıntılarda edebî tür olan öykünün, edebiyat tarihimizde yerini nasıl ve kimin öncülüğünde yer edindiğini ve kimlerin buna nasıl tepki gösterdiğini gördük. Ve daha birçok edebiyat araştırmacının bu konuda benzer düşüncelere sahip olduğunu görüyoruz.
19. yüzyılda edebî bir tür olarak kabul edilen hikâye, insanoğlunun bir şeyler anlatma ve anlama çabalarının sonucudur. Hayatın her anında bir hikâye bulunur. Edebî metinlerin, gazete yazılarının, haberlerin, sanat eserlerinin, gündelik hayatta karşılaştığımız herhangi bir ânın ve hatta şiirin dâhi hikâyesi vardır. Gündelik dilde bunu fark etmesek de kullanırız: “Bu şiirin hikâyesi nedir?” ya da “Tanışmanızın hikâyesi var mı?” Hikâye kelimesi dilimizde zengin bir biçimde yer edinmiştir. Her ne kadar sözlüklerde öykü, hikâyenin eş anlamlısı olarak gösterilse ve Nurullah Ataç’a göre bütünüyle hikâyeyi kapsasa da aslında böyle bir şey mevzubahis değildir. Anlamını, daha çok bir olayın sözlü anlatımından, anlatılmak istenen olayın anlatıcı tarafından aktarılmasından alan hikâye, çok eski olduğundan dil içindeki köklere daha fazla nüfuz etmiştir. Öykü, hikâye ile eş anlamlı olsa bile hikâyenin yerine getirilemez. Bunun en göze çarpan örneği şudur:1954 yılında verilmeye başlanan ve günümüzde de devam eden “Sait Faik Hikâye Armağanı”. O dönemde kullanmış olduğumuz kelime hikâye. Günümüzde edebiyat yarışmalarında ise şöyle adlandırılır: “Yunus Nadi Öykü Ödülü”. Buna benzer birkaç örnek daha verirsek; Dede Korkut Hikâyeleri’ne Dede Korkut Öyküleri diyemeyiz. Ya da halk hikâyeleri yerine halk öykülerini kullanamayız. Bu durumu deyimlerde de görürüz. “Bu yazı işi yılan hikâyesine döndü” cümlesinde kullandığımız “yılan hikâyesi”ni “yılan öyküsünü”ne çeviremeyiz. Çünkü hikâye kelimesinin dilde zenginleşmesi bunun önüne geçmekte.
Feyza Hepçilingirler, bu iki kelimenin eş anlamlı olarak kullanılmamasını, iki kelimenin de dilimizde yeri olacaksa anlam alanlarının belirtilmesi gerektiğini ifade eder. En basit ve anlaşılabilir bir ayrımı Türk Edebiyatı Ansiklopedisi’nde Atilla Özkırımlı’da görmekteyiz: “Geçmiş örnekleri için hikâye; çağdaş, modern örnekler için öykü terimi…”
Adem Suvağcı
2 Yorum