Aydoğan, oysa sadece onun yüzünün kıyısında sahilsiz bir deniz hayal etmiştim. Ama elimde sadece kumral saçlarımı kazıtmak kaldı.
Sen, her sabah hayata uyanmanın ne demek olduğunu bilirsin. İşte ben her sabah kopmak için çırpınan bir ipe öykünerek uyanıyorum. Bazen mektubumu okurken ağlamanı istiyorum nedense. Hem de hüngür hüngür… İnsan ne de kötü, ben ne kötüyüm. Baksana ben acı çekiyorum diye senin de acı çekmeni istiyorum. Hâlbuki Hazreti Ebubekir (r.a.) “Ya Rabbi vücûdumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin” diyordu. Ateş bize göz kırpıyor…
İnsan bir masaya onlarca yıl önce çakılmış bir çivinin sökülürken çektiği acısına ortak olur mu deme, olur elbet. Hem insanın muhayyilesini alırsan elinde ne kalır ki? Hâlbuki hiçbir kaplumbağa kabuğundan kurtulamaz. Hazreti Âdem’in iki oğlunu biliyorsun: Hâbil ve Kâbil. Ve Kâbil’i ki Aklimâ için kardeşi Hâbil’i öldürmüştü. En son ise Aklimâ’yı alıp Yemen’e göçmüştü babası hazreti Âdem’in bedduasını alarak… Bu hikâyeyi neden anlattığımı merak ediyorsun tabiî. Seni fazla merakta bırakmayarak içimdeki manayı çıkarayım o halde. Aydoğan içimdeki Kâbil kimleri öldürdü biliyor musun? Artık dayanamayacağım, söylüyorum işte: Kendi Kâbil’i ile yüzleşmeyen her insan kâtildir. Şehvetinin sesini dinleyen her insan öncelikle kendinin kâtilidir. Biliyorsun Kâbil’in bahanelerinden biri de Aklimâ’nın çok güzel olmasıydı. Hâlbuki güzellik dediğin geçer, ömür dediğin biterdi. İçimizdeki Kâbil’e biri bu gerçeği söylesin artık . Şimdi soruyorum sana Kabil’i hâlâ taşra da mı arıyorsun? Yoksa buldun da bize mi söylemiyorsun? Aydoğan yeter kendini kandırdığın.
Kime ne anlatıyorsun, diyebilirsin ve belki de haklısın. Ama en azından bırak acı çekeyim. Mademki insanlık ailesinin bir ferdiyiz en azından acı çekeyim. Ama şunu da söylemeliyim; insan bu kadar basit olmamalı…
İnsan bazen, ellerini iliklediği elde geri çekilen bir deniz görür. Sen esişinden bir rüzgârı öpmesini istersin o seni kupkuru ellerle bırakır. Aydoğan sakın ikilikten bahsettiğimi sanma. Ben hep ben’den bahsediyorum, içimdeki ben’den. Evet anladın kendi Kâbil ve Hâbil’imden ve doğuramadığım ben’den…
Senin de her gün kendine yeni bir isim taktığın ve sonra da bu taktığın isimler içinde kendi hakikatini aradığın oldu mu? Aydoğan beni anlıyorsun değil mi? Belki acılarımı abartmış olabilirim ama inan anlaşılmak isteği insana her şeyi yaptırabiliyor. Bazen yola çıkış nedenimi unuttum mu diye kendime soruyorum. Sonra hayır hayır aklımda diyorum çünkü eğer yola çıkış nedenimi unutmuş olsaydım burada olmazdım, kaybolurdum diyorum. Bazen de perdeli bir anlayışa sahip olmanın avantaj olduğunu bazense en büyük karanlık olduğunu düşünüyorum. Bu bazenler içinde bazen de kayboluyorum. Ne diyordu Pascal; “Diz çök, dua et, inanacaksın” Bu sözü hep bir acziyet itirafı olarak algılarım. Kişinin rabbi karşısındaki acziyeti ve bu acziyeti rabbine sunması… Bu mektup baştan sona acziyetin itirafıdır ve sen sadece metaforsun.
Sulhi Ceylan
6 Yorum