(dör döküntü defteri – 7)
muhterem sulhi abi,
mehmet erikli kadar olmasa da, senin de birtakım gizemli kalmış yönlerinin olduğunu biliyoruz. her ne kadar bohemyalı olduğunu öne sürsek de feyyaz kandemir sana hücum ederken hiç karavana atmadığını, yolunu şaşırmadığını, uykunu bölmediğini, evine aynı saatte vardığını, bir gece kalkıp soluğu eyüp mezarlığı’nda alıp sabaha kadar tefekkür edemeyeceğini öne sürüyor. feyyaz’ı tekzip etmemekle beraber senin dışarı çıkmaya “ilham gelmedi, ben bugün çıkmayacağım” gibi verdiğin karşılıkları veya buluştuğumuzda ansızın kalkıp “benim gitmem gerek” deyip meclisi terk etmeye çalışmana mukabil sana “nereye gideceksin, seni bırakalım?” tekliflerini geri çevirmelerini biliyoruz. herhalde gelen telefonla kırklar meclisine davet edildiğini düşünmeyeceğiz. bir istihbarat servisine çalışmanın bağımsız karakterine uymayacağını da düşünürsek bu gizemin zihnimizde bir açıklığa kavuşması mümkün olmuyor. gerçi telefonu, kırklar meclisinden gelen daveti setretmek için kullandığını da düşünmüyor değilim. dahası devrimci heyecandan uzaklaşmasın diye gaflete düşen arkadaşlara tuzaklar kurduğundan şüphelenmediğimi söyleyemem. şu durumda ibre kırklar meclisini gösteriyor fakat bilemiyorum tabiî.
başımda bir zamandır ilginç bir imtihan var. kendisine bıçak çekip yaralayan babasından yüz çevirmiş, ailesinden tamamen kopmuş bir genç beni hayli meşgul ediyor son zamanlarda. babanın nasıl bir adam olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. bu vakıanın benzerlerine belki sen de rastlamışsındır. sosyo-ekonomik düzeyi düşük bir aile, sorumsuz, hovarda ve cani bir baba, arabesk ve mağdur bir delikanlı… işin ilginç yanı, şefkat görmemiş bu delikanlının hemen her gün aradığı kişi benim. ailesi ve akrabasından gelecek zararlardan sakınsın diye bu delikanlıyı bir yurda yerleştirdik. bir kere istanbul’a, içine düştüğü hâlden biraz çıkabilsin diye gönderdik. geçen de psikiyatri doktoru, depresyon teşhisi koydu. gerçi bu da yeni bir şey değil; daha evvel de sokağa atılan gencimiz, “deli doktoru”na uğramış. hâl, sâridir denmiş. acaba bu hastaların hâli, bu doktorlara sirayet ettiğinden midir, bizi agresif bir doktor hanım karşıladı. sormasam depresyon teşhisini de söylemeyecekti, ilaçlar yazıp başından savmak niyetindeydi. bu arada, on dakikadan fazla görüştüğümüz için bunun bize sunduğu bir lütuf olduğunu ve daha fazla soru sormamız gerektiğini söylemesini de ilave etmeliyim.
bu genç günde yedi-sekiz kere arıyor beni; sabah, öğle, akşam, yatsı. artık gösterdiğim alakayı istismar noktasına gelmiş durumda. şimdilerde ilk zamanki şiddetli depresyonu hafiflediği için eskisi gibi her telefonunu açmıyorum. sık sık yanına varmıyorum. depresyonun tesiri midir, iki üç aydır tek arzusu yalnız kalacağı bir mekân ayarlamaktı. olmadı tabiî. hayatında hiç istanbul’u görmemiş, istanbul’u görmeyi önemli bir hedef olarak gören, fakir, taşralı, gururlu, yoz bir çevrede yetişmiş bir genç düşün… istanbul’a gönderdik, üç-dört gün kalacağı yerde yattı ve geri döndü! insan böylesi zamanlarda galiba eski güzel günlerini hatırlıyor, kafasını biraz toparlayınca devamlı eski günlerini anlatmaya başladı. eski fotoğrafları gösterip duruyor. belki de eski arkadaşlarını da arıyordur. hâlbuki hiçbiri eskisi gibi değil, her biri bir yere gitmiş, her biri başka insanlar olup çıkmışlar. ama bizimki nostaljinin dibini bulmuş vaziyette:
– abi, yaradan her şeye kâdir değil mi?
– elbette…
– e ben geri lise bire dönsem olmaz mı? döndürmez mi beni?
– ama sen her şeyinle geri döneceksin, aynı hataları bir daha yapacaksın, bütün tecrübelerin gitmiş olacak.
– yok yapmam abi!
– yaparsın, bin kere git yine yaparsın!
delikanlımız nasıl geçmişe zihnen dönme arzusu duyuyor, lise kravatını hasretle okşuyorsa bir yandan geçmişte yapıp da mutlu olduğu şeyleri yapmak istiyor. böyle bir delikanlının 15 yaşında ergenliğinde neler yaptığını düşün, dahası bunları benimle yâd etmek istediğini düşün! bana nasıl güldüğünü görür gibiyim! gerçi sen benim bu delikanlıya bu kadar tahammül ettiğime bile şaşırıyorsundur. ama gerçekten tahammülle geçmedi, isteyerek yaptım ne yaptımsa. zorlandığım noktalar işte bu ergenlik günlerini yâd etme işleriydi, elbette sık sık geri çevirdim:
– abi şuradan bir yerden döner alalım.
– ben döner yemem ersin. (elbette ersin müstear)
– abi kebap yaptıralım, ekmek arasına, şu derdimend dede’nin üst tarafında bir çayır yer var oraya oturalım.
– ersin filanca yerde lokanta var oraya gidelim, düzgünce yemeğimizi yiyelim.
– ya abi sen de bir kez dediğime gel ya…
…
– alo, abi nerdesin?
– evdeyim ersin.
– görüşebilir miyiz?
– gecenin 11’i ersin, yarın görüşürüz.
– abi görüşelim ya, kola çerez alıp falanca parkta oturalım. ben lisedeyken hep oraya giderdim.
– ersin, bu saatte, bu yağmurlu havada parkta niye oturuyoruz?
– abi olsun yağmur, ne var sanki? tuz değiliz, sabun değiliz.
– artık geç oldu, hem benim elimde yetiştirmem gereken bir yazı var. elimdeki iş bitsin, yarın gündüz gözüne otururuz bir yerde çay içeriz.
…
– abi arabayı şu tarafa sür hele!
– o tarafta ne var ersin?
– ya sen sür işte!
– ne olduğunu söyleyeceksin, yoksa sürmem?
– abi ben lisedeyken filanca tepeye çıkar, otururdum, evden kaçardım babam dövdüğünde.
– bu saatte olmaz, seni yurda bırakayım.
– abi yurda gidip yatacağım, ne yapacağım başka, gidelim işte tepeye.
– ersin saat gece yarısını geçti, ne işimiz var allah aşkına? yarın senle filanca yere gideriz.
– peki, tamam abi.
gördüğün gibi sulhi abi, yarı çocuksu yarı hastaca talepler. elbette ersin’imizin hiçbir kabahati yok. ayakta kalmaya çalışıyor. depresyondan ötürü bütün vücudu dökülüyor. eskisi gibi güçlü kuvvetli olamayacağını düşünüyor. yirmili yaşlarının başındaki bir delikanlı için bu hissin ne kadar kötü olduğunu tahmin edersin. esas mesele bunun seninle olan alakası? “benimle ne alakası var?” diye hemen itiraz ettiğini duyar gibiyim. ama maalesef konu seninle alakalı. halkımıza beni röbdaşamırı ile evinde kahvesini höpürdeterek yazısını yazan, halktan kimse ile görüşmeyen, kitaplarından ve yazı masasından ayrılmayan bir kimse olarak takdim ettin. buna sen de inanıyorsun elbette. artık kırklar meclisini mi devreye soktun, ne yaptın bilmiyorum, ben böyle insanlarla imtihan oluyorum. sanki bünyemde dertli insanları çeken bir mıknatıs var.
bu arada, düşünüyorum düşünüyorum işin içinden çıkamıyorum: kahramanmaraş’ta çok güzel yollar yapıldı, çok güzel binalar var. onlarca kitaplık açıldı. “bilgi ve kültür evi”, “sosyal etkinlik merkezi” diye birçok yer açıldı. her taraf bir milyoncu, bebek eşyaları mağazası, hediyelik eşya mağazası, çiğ köfteci, kahveci, dernek binası, avm ve apartman ile dolup taşıyor. içinde “medeniyet” veya “gençlik” geçen birçok yer var. ama bizim ersin’in gideceği hiçbir yer yok. sohbet edecek kimsesi yok. “sen varsın ya?” diyeceksin. evet, varım da, benim arabada radyo yok, olsa bile ersin’in adını saydığı şarkıcıların hiçbirini tanımıyorum.
( 29 şaban 1439 – kahramanmaraş)
mehmet raşit küçükkürtül
8 Yorum