İbrahim Halil Aslan’ın “Kanlı Zalimin Ettiği İşler ve Nedim Bey’e İnce Bir Sitem” hikâyesinin tefrikasına devam ediyoruz. İlk bölümünü okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
***
2. Bölüm: Adalet
Eskiden her şehrin büyükleri olurdu yavrum dedi Naciye Teyze gözleri uzaklara dalarak. Her iş devlet kapısında çözülmezdi. İnsanların bir derdi olduğunda kapısını çaldıkları hem düğünde hem cenazede ne diyeceğine bakılan, sözünün üstüne söz söylenmeyen, adaletinden şüphe edilmeyen adamlar… Bir anlaşmazlık oldu mu onların kapısı aşındırılırdı. Şehirleri ayakta tutan direkler gibi, hakkaniyetli duruş timsali olan bu adamlar bir şekilde hep var oldular ve hakikatin bizatihi kendisi inkâr edilene kadar toplumu bir arada tutmayı -ama eksiğiyle ama yanlışıyla- bir şekilde başardılar. Reşat Ağa da Nedim Bey de rahmetlik babam da böyle insanlardı.
Kaymakam, komutanın odasına girdiğinde Nedim Bey’i görünce hiç şaşırmamış, çetrefilli işin daha kolay çözüleceğini düşünerek bir nebze rahatlamıştı. Devlet, bu kasabadaki en yüksek iki temsilcisiyle şehrin en çok değer verilen kanaat önderini karşısına almış, ne yapılması gerektiğine karar verecekti. Uzun uzun konuşuldu, tartışıldı, kanaatler ortaya kondu. Devlet devletliğini yapacaktı. Fakat zor olan imtihan Nedim Bey’inkiydi. Şu andan itibaren takınacağı tavır Nedim Bey’in de kasabanın da geleceğine hayli tesir edecekti.
Zor zamanlarda önemli kararlar almış adamdı Nedim Bey. Babasının bu kasabada bıraktığı hatırlı namını böyle gururla göğsünde taşıyabilmesinin sebeplerinden biri de buydu zaten. Fakat şimdi özünü bilmediği bir hadisenin ortasına düşmüş, makamı, belki malvarlığı, muhakkak en çok da itibarı üzerine gölge düşmüştü. Zor zamanlar insanların karakterini ortaya çıkarmakta epey maharetlidir. Zor zamanlar, dünyanın yokluktan kırılan ücra köşelerinde de kapı kolları altın işlemeli saraylarında da kimseyi kayırmadan maskeleri düşürür, süslü söylevleri sıyırır, insanın seciyesini anadan doğma çırılçıplak ortaya serer. Nedim Bey’in deri yeleği, gümüş kösteklisi, pos bıyığı, hükmeden sesi ve babacan tavırlarının altında nasıl bir insan taşıdığını ortaya çıkaracak olan imtihan da gariban bir gece bekçisinin hakikatten yana tavır almasıyla başlamıştı.
Nedim Bey, karakolda kaymakam ve komutanla tartışırken mümkün olduğu kadar söze girmemeye çalışıyor, onların gözünde de ortaya net bir tavır koymamaya gayret ediyordu. Konuşulanları dinlerken bir yandan da zihni, devir daim makinesi gibi homurduyor, ihtimalleri peşi sıra birbirine bağlıyordu. Her şey karman çorman olmuştu. Belli etmemeye çalışsa da telaşlıydı. Renk vermek istemese de korkuyordu. Evet, çaktırmadan baktığı titreyen ellerinden anlaşıldığı üzere besbelli korkuyordu. Kaymakamın, “Derhal savcıya haber verin komutanım.” sözüyle düşünceleri dağıldı. Bahçeden gelen kalabalığın sesine bakılırsa mesele duyulmaya başlamış, insanlar merakla karakolun önüne toplanmaya başlamıştı. Kaymakam konunun bir an önce çözülmesini istiyordu.
– “Kazım’ı biraz tanıyorsam çoktan karakola gelmiş, benim odadan çıkmamı bekliyordur” dedi Nedim Bey. Kaymakam:
– “İyi ya! Savcı gelince derhal ifadesi alınır.” diye memnuniyetini belirtti.
Değirmenci Kazım’ın, Nedim Bey’i yerinde bulamayınca karakola koşup geldiği doğruydu. Savcı geldikten sonra daha önce pek de örneği görülmemiş şekilde kaymakam, komutan ve Nedim Bey eşliğinde ifadesi alınırken ne konuşacağını da burada beklerken tasarlamıştı. İlk başta kendinden emin olmalı, itibarını ve dostlarını kullanmalıydı…
– “Vallahi yalan, billahi yalan efendim. O mendebur bekçinin sözüyle bize yaptığınız muamele hak mıdır? Biz bu memleketin hizmetkârlarıyız. Hamdolsun adımız ne böyle alengirli işlere karışmıştır ne de itibarımız bir iftirayla lekelenecek kadar hafiftir. Sen söyle Nedim Ağa, bunca yıllık dostluğumuzda bir yanlışımızı gördün mü? Kaymakam Bey siz söyleyin rica ederim, burada üçüncü yılınız değil mi? Siz buraya tayin olunca Nedim Bey’le birlikte ilk karşılayan biz değil miydik? Komutanım sen söyle ya hu! Kaç hırsızı arsızı ellerimle yakalayıp teslim ettim sana? Ahaliye sorun bizi. Ben ha? Hem de Reşat Ağa’yı? Öldüreceğim? Aklından geçirene eceline susadın demezler mi efendiler? Biz ağaç kovuğunda mı büyüdük ki eşrafın şapkasına toz konduranın ne hallere düşeceğini bilmeyelim?”
Sesi bir yükseliyor bir alçalıyordu. Arada sözlerinin tesirini ölçmek için soluklanıyor, sırayla her birinin yüzüne bakıyordu. Kaymakam, komutan ve savcının gözleri kendisinin üzerindeydi ve bu iyiye işaretti. Fakat Nedim Bey pabuçlarına bakıyor, siyah taşlı yüzüğünü bir ileri bir geri oynatıyordu. Demek ki şüphe ediyordu. Ah ne olurdu ki Nedim Bey ikna olsaydı da diğerleri şüphe etseydi. Konuşmanın seyrini biraz değiştirmeye ihtiyaç vardı şimdi:
– “Nedim Ağa, ben önemsemediğim için sana anlatmamıştım. Bu çulsuz bekçinin bize kastı vardır. Geçen gün hakkından fazla un almak için bizim elemanlarla takışmış. Biz milletin hakkını korumakla yükümlüyüz. Elemanlarım da tembihlidir, öyle üç beş tehdide kimsenin hakkını başkasının boğazından geçirmeyiz evelallah. Değirmenden çıkarken hakaretler savurmuş, pis ağzına adımızı da almış. Hatta seni de katmış işin içine. Güya adil değilmişiz, yakınlarımıza kepçeyle verirken halka kaşıkla pay ediyormuşuz. Vay mendebur vay… Vay çulsuzun körpesi seni… Vaktiyle kendisine iyilik eden merhametime yazıklar olsun. Bu ayak takımına fazla yüz vermeyeceksin ki gün gelip tepene binmesinler. Nedim Ağam, o akşam evdeydim, erken uyumuşum. Yeminler olsun ki… Kendimi temize çıkarmaya çalışmaktan bile ar ederim. Şu iş bir geçsin hele… Ben bilmez miyim o iftiracı köpeğe neler yapacağımı? Ama senin gönlün razı gelmiyorsa, bunca yıllık yoldaşına inanmıyor da o köpoğlunun sözüyle şüphe ediyorsan aha burada komutanım, bağlayın ellerimi. En ağır hükme de razıyım ki senin şüphe etmenin yanında önemsiz kalır.”
Başkent tiyatrosunun oyuncularına taş çıkartacak tiradı Nedim Bey’i etkilemişti. Aslında rahatlatmıştı demek daha yerinde olurdu. O da bu meseleyi bir an önce kapatmak, her ne olmuşsa bile Kazım’ı temize çıkarmak ve bu yolla kendisine gelecek tehlikeleri bertaraf etmek istiyordu.
Böyle zamanlarda ortalıkta görünmemek gerektiğini iyi bilenlerdendi Nedim Bey. Önemli görüşmeler yapacağı bahanesiyle başkente gidiyorum diyerek şehirden çıkmış, fakat gizliden bağ evine gitmişti. Her akşam bir adamıyla kasabadan haber alıyordu. Yalnızca komutana güvendiği için bağ evinde olduğunu ona bildirmiş, bir gelişme olursa kendisine haber uçurmasını rica etmişti. Bu esnada kasabada dedikodular büyüyor, Kazım’ın cinayet işlememiş olsa bile Hasan’ı bir kaşık suda boğacağı, Reşat Ağa’nın yakınlarının da Kazım’ın peşinde olduğu fakat Nedim Bey’den çekindikleri için Kazım’ı punduna getirme işini ağırdan aldıkları konuşuluyordu. Kazım köşesine çekilmiş, Hasan da komutanın kaymakamdan aldığı onayla geçici bir süre için güvenli bir yere nakledilmişti.
“Kaç zaman geçtiğini hatırlamıyorum” dedi Naciye Teyze. “Belki bir hafta, belki bir ay…” Araştırmalarını bitirmişler, işi artık tamama erdirme aşamasına getirmişler. Komutan haber uçurmuş Nedim Bey’e. Meğer şüpheler doğru çıkmış. Olay yerinde kanıtlar bulmuşlar ki Kazım haydudunun cinayeti işlediğine şüphe bırakmasın. “Bu iş çok kan götürür komutan, Nedim Bey’i çağır konuşalım kapansın mevzu. Reşat Ağa’nın kanı öyle kolay temizlenmez haberin olsun!” demiş kaymakam. Geceleri haber getiren adamı gündüz vakti bağ evine gelince anlamış Nedim Bey bir terslik olduğunu. Bu sefer kaymakamlıkta buluşmuşlar. Bir yandan Reşat Ağa’nın yakınları da Nedim Bey’in alelacele döndüğünü haber alınca iyiden işkillenmişler. Kaymakam, komutan ve Nedim Bey karar vermiş. Tahkikat sonucu olayın kaza olduğuna dair kanıt bulduklarını söyleyeceklermiş. Hasan’ı da tembihleyip gece uykusuz olduğunu, aslında gördüğünden emin olmadığını söyleteceklermiş. Hasan’ı bizim evde saklıyorlardı yavrum. Babam, kaymakamın en güvendiği kişilerdendi. Mert bir adamdı. Boylu poslu, geniş omuzlu… Bir konuştu mu sesinden mahalle titrerdi. Kaymakam, bu işi anca sen yaparsın, karışık zamanda garibana anca sen sahip çıkarsın deyince eyvallah etmiş rahmetlik. Hep hizmetini de ben gördüm Hasan Amcanın, aha şu odada yatıp kalktı.”
Nedim Bey’in gönlü mutmain değildi. Kendisini korumak için evet, olay kapanmalıydı ama bir yerde de cinayet vardı. Hem de Reşat Ağa, kadim dostu… Ayrıca Hasan’ı ikna etmeliydi. Oysa fakirliğine aldırmadan şu mertliği gösterecek kaç adam vardı memlekette? Hasan’a da zulüm olmaz mıydı bunca tehlikeyi göze almışken yolundan döndürmek? Vicdanına ne demeliydi? Kendine yakıştırabilecek miydi? Bir ömür bu yükü taşıyabilecek miydi? Vicdanını susturmak için ‘kasabanın selameti’ diyordu kendi kendine. Daha büyük bir kötülüğün önüne geçmek için bazı kötülüklere müsaade etmeli diyordu. Oysa hakikati kendi de biliyordu. Başını versen de doğrudan ayrılma diyen babası geliyordu gözünün önüne… Ah nolsaydı da Hasan’daki cesaretin birazı kendinde bulunsaydı. Çoktan çok gidiyordu da azdan az mı gitmişti ki? Bir yandan her şeyi hakikat uğruna yakmayı içten içe arzuluyordu. Diğer yandan olayın akışına müdahale etmeye cesaret edemiyordu. Artık yola çıkılmıştı bir kez. Ne olacaksa olacaktı. Fakat ya Hasan razı gelmezse? Ya ikna olmazsa? Ne kadar sertleşebilecek, nasıl kötülükler edebilecekti ki yolundan dönsün? Hakikati örtmekten yaşadığı çelişkili azap yetmez gibi şimdi belki bir garibana da sırf hakikati savundu diye zulmedecekti. Ne ara bu kadar kirlenmişti? Kendi de bilmiyor, bir an önce bu yaşananlardan kurtulup normal hayatına dönmek istiyordu.
(Devam edecek…)
İbrahim Halil Aslan
Kanlı Zalimin Ettiği İşler ve Nedim Bey’e İnce Bir Sitem (Son Bölüm)
2 Yorum