1. Bölüm: Kuraklık
Tek daldan yirmi başak çıkan verimli buğday tarlalarının, bahtsız Macaristan veliahtı kahpe bir kurşunla katledildiğinden bu yana görülmemiş kuraklıkla büyük çatlaklara bölündüğü günlerde, kasabanın yaşadığı tek sıkıntı açlık ve susuzluk olarak kalsaydı eğer, Naciye Teyze yıllar sonra dönüp ağdalı sıcaklar altında yaşanan bu uğursuz günleri torunlarına anlatırken bu kadar derinlere dalmayacak, kasabalının bazılarının hayatta kalmak için tek çare olarak göçü seçtiklerini bazılarınınsa bir yudum su bulabilmek için toprağı yarıp çıkan hayvanatı yiyerek hayatta kalabildiklerini tatsız bir hatıra olarak anlatmakla yetinecekti. Oysa şimdilerde kızlarını komşu köyün gelinleri sanacak kadar zayıflayan hafızası zaman cetvelinin küçük bir aralığına sıkışmış olmasına rağmen, bazen seccadesi üzerinde ellerini duaya açmışken dalıp giderek, çoğunlukla da gecenin nurunda ağzında belli belirsiz dualar ve gözlerinde yaşlarla sıçrayarak uyandıran rüyaları aracılığıyla o günleri biteviye yaşıyor, insanların güneşten rengi solmuş tozlu kıyafetlerini, alın terlerini silen beyaz mendilleri, hele ki bıyıkları dudaklarının üzerine sarkmış Ambarcı Ağası Nedim Bey karşısında kasketini iki eliyle karnının üzerinde tutarak tüm çaresizliğine rağmen müdanasız konuşan Hasan Amca’nın ses tonunu tüm iniş çıkışlarıyla hatırlıyor, unutkan bir hafızadan beklenmeyecek çeviklikle zamanda yolculuk yapıyordu.
Böylesine şiddetli yağmurların yağdığı gecelerde torunlarının masal özlemiyle dinleyesi geldiğinde, hem belki biraz da hafızasını geri kazanmasına yararı dokunur diye ısrarla “Anlatsana nine, Hasan Amca niye kabul etmedi de bunca belayı başına çekti?” ricalarını ikilettirmeden tane tane anlatmaya başlar, nemli gözlerini bazen uzun uzun kapatarak gençlik yıllarına tekabül eden o günleri tekrar yaşardı.
Kıtlık zamanı yaklaşırken iş bilmezleri ve etrafındaki yağcıları ambar ağalığından uzaklaştırıp halkın övgüsünü kazanmasa ve garip-gurebanın umudunu bağladığı yegâne dilek ağacı haline gelmese, Nedim Bey’in bu zulmü yapacak gücü yoktu ya, kader işte… Hasan Amca’nın imtihanı böyle uğursuz bir zamana denk gelmişti. Kasabanın ücra köşesine, yıllar önce, karaborsa oluşmasın da devlet tek elden mahsulü toplayıp satsın diye dikilen, çiftçilerin seneden seneye mahsulünü bırakmak için uğradığı ama her seferinde hakları yendiği için bin bir beddualarla bazen de sinkaflı küfürlerle dönüp gittikleri ambar siloları, yağmurlar yıldan yıla azalarak mahsul tarlada yanmaya başlayınca halkın gözünde hükümet binasından bile kıymetli hale gelmişti. Yedi göbek sülalesi çiftçilik yapan Nedim Bey, Ankara’yla sıkı ilişkileri sayesinde memlekette kuraklık hazırlığı yapıldığını öğrenince ilk iş kaymakamı, jandarma komutanını ve zengin eşrafı bir bir dolaşarak olacakları anlatmış, birazını belediyeden kalanını da kurduğu fon sayesinde zenginlerden aldığı paralarla çiftçinin mahsulünü hem emeğe karşılık gelecek şekilde satın almış hem de fabrikalara satmayıp kasaba adına yığın yapmıştı. İlk zamanlar yaptığı hazırlıklara halkın çoğu burun kıvırsa da hatta para veren eşraftan bazıları yüzüne karşı dillendiremeyip arkasından gizli gizli, verdikleri desteğin bir işe yaramayacağını bildiklerini ama Nedim Bey’in hatırlı dostları olduğunu haliyle kendisini de kıramadıklarını söylemiş olsa da yağışlar kesilince herkes Nedim Bey’in ne kadar haklı olduğunu, esasında en başından beri kendisine inandıklarını ve desteklemekle ne kadar iyi yaptıklarını satır aralarında ama mümkün olan en yüksek sesle övünerek anlatmaya başlamıştı.
Nedim Bey, artık halkın kahramanıydı ve her kahraman gibi bir anda hatasız, ulvî bir insan olmuştu. Kasabının kahvehanelerinde, alışverişlerde, vakit namazı çıkışlarında, kadınların komşu gezmelerinde ve çarşı pazarda karşılaşınca yapılan ayaküstü sohbetlerde aylardan beri olduğu gibi her muhabbet kuraklıkla başlıyor, çok vakit geçirmeden Nedim Bey’in maharetleriyle devam ediyordu. Yaptığı işi olduğu gibi anlatmak ahaliyi tatmin etmediği için her muhabbette yeni rivayetler uyduruluyor, kaynağı bilinmeyen iddialar dilden dile dolaşıyordu. Öyle ki; Nedim Bey’e vilayetten, komşu kasabalardan, hele hele Ankara’dan tebrikler yağıyormuş… Biriktirdiği mahsulü komşu kasaba ve vilayetlerle paylaşması için ricalarda bulunuluyormuş… Başvekil bizatihi arayıp kendisini Ankara’ya davet ediyormuş… Sonraki seçimlerde belediye reisliği adayı yapacağını vadediyor hatta partisinden vekil yapmayı teklif ediyormuş… Vekiller bile mecliste Nedim Bey’i konuşuyor, tarım bakanı yapılması için önergeler veriyormuş… Öyle ki muhalefet vekilleri Nedim Bey’in başvekil olması gerektiğini meclis kürsüsünden heyecanla haykırıyormuş…
Her övgü Nedim Bey’in insan olduğunu unutturuyor, hatalarından arınmış, günahsız bir kişiliğe büründürüyordu. Ve bu kadar güçlenen her insanda olduğu gibi Nedim Bey’in etrafını da kısa süre içerisinde menfaatçi çeteleri dolduruvermişti. Tarlasını yağmurun yağdığı yere çekmekte pek maharetli olan güruh Nedim Bey’in etrafında pervane dönüyor, bu vesileyle çaktırmadan birtakım ayrıcalıklar elde ediyorlardı. Bu insanların başını çeken de şüphesiz Değirmenci Kazım’dı. Bir sigara dumanından hırsızı iki köy öteye kadar takip edebilecek maharetteki izcilere benzetirdi onu ahali, paranın kokusunu işte böyle alır derlerdi. Değirmenci Kazım, ambar ağalarıyla arayı hep iyi tutmuş fakat kimsenin adamı olmamaya özen göstermişti. Devir değişse de Kazım’ın değirmeni hep dönüyordu. E onun da yardakçıları vardı tabii, nasıl olmasındı hem? Nakliyeciler, çuvalcılar, hamal ağaları… Suyun yönünü değiştirir gibi paranın yolunu bir o tarafa bir bu tarafa akıtabiliyordu. Dini bütün eşrafla camiye giderken, içtiğimizden kimseye zararımız yok diyenle de arada iki tek atmayı ihmal etmezdi. Herkesin gönlünü yapmakta o derece mahirdi ki kasabayı sarsan Reşat Ağa’nın ölümünde kimse ondan şüphe etmemiş, Hasan Amca çoluk çocuğunun afiyetini hakikat uğruna tehlikeye atıp karakola varınca da insanlar inanıp inanmamakta kararsız kalmıştı.
Kasabada yeni gündem buydu artık. Yine bire bin katılıyor, olmayan hikâyeler fısıltılarla konuşuluyor, dedikoducu kadınlar her duydukları söylentiyi yaymak için mahallede kapı kapı dolaşıyor, haberi alan kadınlar akşam kocalarına, onlar da her biri birbirinden fantastik söylentileri ertesi gün kahvede sokakta dükkânlarda birbirlerine anlatıyorlardı. Söylentiler arasında en tutarlı olan hamallarla ilgili yaşanan anlaşmazlıkmış. Değirmenci Kazım kendi akrabalarından ve yakın çevresinden insanlara iş paslarken Reşat Ağa zor zamanda adaletli olmak ve hamallık işini hakkaniyetli dağıtmak gerektiğini söylüyormuş. Kazım Efendi hatırlı dostları sayesinde bir süre dümeni istediği gibi çevirse de Reşat Ağa kolay yutulur lokma değildi. Diğer hamal ağaları, aşiret büyükleri, hele ki sıcak yaz günlerinde kavruk sırtlarına iki çuval atıp fakirhanesine biraz un götürmek isteyen hamallar Reşat Ağa’dan yana tavır almışlar. Nasıl olmuşsa olmuş, Değirmenci Kazım gecenin bir vakti eski fabrikanın orada Reşat Ağa’yı pusuya düşürmüş de kaza süsü vermiş.
Hasan Amca’nın talihsizliğine bakın ki fabrika kapandıktan sonra tahliye edilmeyi bekleyen makineler yok bahasına hurdaya satılmak üzere çalınmasın diye eski fabrikada gece bekçiliği onun nasibine düşmüş. Sesleri duyunca çiftesini doldurup kapıya seğirtmiş ama mevzuu anlayınca hele ki değirmenci Kazım’ı görünce karanlığa pusmuş. Vay başımıza gelenler, vay benim kör talihim diye dövünmeye başlamış. Reşat Ağa’nın cenazesinde herkes kara talih diye ağlaşırken Hasan Amca’da bir haller olduğu belliydi diye anlatıyordu Naciye Teyze. Öyle ki gün geçtikçe de halleri değişmiş, üçüncü günün sonunda uykusuzluktan bitap düşüp işi de bırakmak zorunda kalmıştı. Ne yapsın garibim, kim inanır gece bekçisine. Ama hakikat demir ok gibi saplanmaya görsün insanın böğrüne. Sır taşımanın yükünü bilir misiniz diyordu Naciye Teyze. Bu hadiseyi anlatırken sadece hafızası geri gelmiyor, dili de çözülüyordu. Çocuklarının hayreti de en çok bunaydı işte, nasıl oluyordu da su içmeyi bile unutan anneleri bu efsunlu hikâyeyi anlatırken hikmetli sözleri peşi sıra dizebiliyordu.
Hasan Efendi dört gün dayanabildi ıstıraba. Hanımına baktı, çoluk çocuğunu seyretti uzun uzun. Bu yoklukta belli ki kuru ekmekten de olacaklar, zayıf bedenleri gittikçe güçsüzleşen ciğerpareleri hastalığa düşeceklerdi. Onları gördükçe “adam sen de…” diyordu kendi kendine, “Var yoluna, unut olanları. Çivisi çıkmış dünyanın adaletini sen mi yerine koyacaksın? İlkin çarığına çivi, pantolonuna yama bul da efradının karnını doyurmaya bak. Var git yoluna…” Bunu der demez göğsüne bir sancı giriyor, vicdanı sızlıyordu. Reşat Ağa’nın yüzü gözünden gitmiyordu. Dayanamadı, karakola gitti. Komutanın huzuruna çıktı. Hal mesele böyle böyle…
Askerlik hayatında hinliğin yetmiş iki çeşidiyle karşılaşan komutan bile dehşete düşmüştü. Bir tarafta Reşat Ağa gibi kasabanın hatırlısı, diğer tarafta Nedim Bey’in sadık adamı Değirmenci Kazım… Meseleyi gizli tahkik etmeliydi. Başına iş almadan, tertemiz siciline leke sürdürmeden hadiseyi çözmeliydi. Ama gel gör ki yerin kulağı vardı. İçeri girip çıkarken meseleyi anlayan müstahdem Fikri’nin ağzında bakla ıslanmamış, Hasan Efendi evine varamadan kasaba çalkalanmaya başlamıştı. Değirmenci Kazım hadiseyi duyunca renkten renge girmiş, hemen Nedim Bey’in yanına varmak üzere yola düşmüştü. Niyeti onu da alıp karakol komutanına gitmek, hadise büyümeden örtbas etmekti. Nedim Bey bu iftiracıya inanacak değildi ya! Onu inandırdı mı komutan kolaydı. Gel gör ki; Nedim Bey de kuşkulanmıştı bu işten. Değirmenci Kazım’ın kendisine geleceğini bildiğinden, erken davranıp tez elden karakola varmıştı.
Vaktiyle bu karakol binasının yapımına babası öncülük etmişti. Kesme taşları kararmaya yüz tutmuş, mozaik zemini cilalanmaktan aşınmış binanın beyaz taş kenarlıklı merdivenlerini birer ikişer atlayarak içeri girerken bir yandan da hadise doğruysa ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Kazım sağlam adamdı. Şu zor zamanda sistemi bir şekilde oturtmuş, mahsulü adam akıllı öğütüp halka ulaştırma işini hal yoluna koymuştu. Kazım’ın bu işte emeği çoktu. Öyle bir lafa adam harcayacak değildi Nedim Bey. Fakat hadise de lokum değil ki yutasın. Koca Reşat Ağa gitmişti. Söylentiler doğruysa bu iş kendisini de yakardı. Ne yapıp etmeli bu işi büyümeden kapatmalıydı.
Komutan dışarıdan gelen altmış beygir motor sesiyle ayağa kalktığı an Nedim Bey’i karşısında görünce sendeledi. Hasan Efendi’yi “Sen şimdilik evine git, kimseye de bir şey anlatma. Tahkikat yapacağız, duyan olursa senden bilirim!” diye gözdağıyla gönderdikten sonra birazdan buranın hatırlı insanlarla dolup taşacağını tahmin etmişti. Devlet adamlığı, usulüyle iş yapmayı gerektirirdi. Önce kaymakam beye haber vermeliydi. Öyle de yaptı. Niyeyse kaymakam bey komutanı yanına çağırmak yerine kendisi karakola gitmeyi tercih etmişti. İşte Nedim Bey “Selamün aleyküm komutanım” diye kan ter içinde odaya girdiğinde bahçeden gelen bu motor sesi kaymakamın makam aracına aitti.
(Devam edecek…)
İbrahim Halil Aslan
Kanlı Zalimin Ettiği İşler ve Nedim Bey’e İnce Bir Sitem (2. Bölüm)