İbrahim Halil Aslan’ın “Kanlı Zalimin Ettiği İşler ve Nedim Bey’e İnce Bir Sitem” hikâyesinin son bölümü yayımlıyoruz. İlk iki bölümünü okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
***
III. Bölüm: Hakikat
“Hasan Amca’nın akşam sofrasını toplamıştım önünden. Peş peşe arabaların sesiyle yüreğimden bir dal koptu sanki. Sofanın küçük perdesini ucundan araladım ki yüreğimin hoplaması bir oldu. Babam, rahmetlik, sanki ne olacağını biliyor gibi ev ahalisini alt kata gönderip bahçeye indi. Kaymakam, komutan, Nedim Bey ve savcı… Sırayla içeri girip salona dizildiler. Hasan Amca’yı görmeliydiniz yavrum. Gariban adam bir şey olduğunu anlamadan hepsini karşısında görünce irkildi, askıdan şapkasını aldı, alelacele ceketini sırtına geçirdi.
– “Selamün Aleyküm Hasan Efendi.” diye söze girdi Kaymakam Bey.
Ses tonunda ne bir tedirginlik ne haşmet, bilemedim yavrum nasıl söyleyeyim. Devlet dediğin böyle olurmuş meğer, o zaman gördüm. Kararlı bir tavır… Ben çaydır kahvedir hizmetlerini görüyordum. Şu kapının eşiğinde içime kıvrılmış gibi ayakta sessiz duruyordum. Biraz babam rahmetlikle söyleştiler, biraz Hasan Amca’ya hâl hatır sordular. Bir an önce konuya girmek istiyor ama cesaret edemiyor gibiydiler. Kaymakam Bey hâzirûnun büyüğü olarak söze girdi.
– “Hasan Efendi, bir şahitlikte bulundun. Var ol, adalete hizmet etmek her babayiğidin harcı değildir. Biz de tahkikatımızı yaptık. İddianı destekleyecek deliller bulamadık. Ama su bulandı bir kez. Biz yine gerekeni yaparız, herkesi teskin ederiz. Fakat seni de düşünüyoruz. Devletin defterine bir kayıt düştü mü kendiliğinden silinmez. Sen şimdi ihbarını geri çekeceksin. Gece vaktiydi, net görmedin, belki uykusuzdun. Hem dediğin gibi olduysa bile Kazım olduğunu nasıl anladın canım? Bu işler öyle gördümle ettimle olmaz. Haa, biz yine üzerimize düşeni yaptık. Araştırdık. İz sürdük. Dediğim gibi her şey olayın kaza olduğunu gösteriyor. Sana da düşen artık bu asılsız ihbardan vazgeçmek. Biz ifadeni hazırladık da getirdik. Şimdi bir imza atıyorsun ve konuyu kapatıyoruz. Sana iftira davası da açılabilir ha, öyle bir ihtimal de var. Ama korkma, o konuda da biz gerekeni yapacağız. Adalete ettiğin hizmetin karşılığını alacaksın. Haydi at bakalım şu imzayı…”
Hasan Efendi boynu bükük dinledi söylenenleri. Şu duvardaki kırmızı desenli halı yere seriliydi o zaman. Belli ki her bir desenini tek tek incelemiş, belki kaymakamın sözlerini ete kemiğe büründürüp desenlere işlemişti, kim bilir… Kaymakamın sözü bitince yavaştan başını kaldırarak odadakileri süzdü. İnanmadı tabii söylenenlere. Gözüyle görmüştü. Görmüş müydü gerçekten? Şu küçük odada kaç gece bu düşünceyle sabahladı. İnsan alışık olmadığı bir duruma düşünce, hele ki boyunu aşan bir suya dalınca gerçeklik algısını da kaybetmeye yüz tutuyor. Ya yanlış gördüyse? Ya masum bir insana iftira atıyorsa? Bazen tüm gördüklerinin rüya olduğundan bile şüphe ediyordu. Ama hayır, hayır… Emindi. Şu kadar geçen zamana rağmen her bir fotoğraf karesini hatırlıyordu. Değirmenci Kazım’ın beyaz arabasını da seçebilmişti, boyundan posundan cüssesini de… Bu insanlar ne yapmaya çalışıyordu peki? Şimdi ne yapmalıydı ya? Devlete karşı gelmek olur muydu? Hapse mi atarlardı imza atmazsa?
Hasan Amca’nın tereddüt ettiğini görünce, komutan, oturduğu sedirdeki mavi nakışlı kırlentleri düzelterek doğruldu. Kaşlarını çatıp konuşmaya başladı:
– “Uzatma Hasan Efendi. Sana bir şey bulamadık diyoruz. Devletin sözüne mi güvenmiyorsun? Bize yalancı muamelesi mi çekiyorsun? Alimallah bunun hesabı ağır olur haberin olsun. Seni şunca zamandır burada nasıl tuttuysak başka yerde tutmayı da biliriz!”
Biraz fazla mı ileri gitti diye kendinden şüphe edip çekinerek kaymakama baktı. Kaymakamın başını dik gördü, hele ki onaylar gibi hafiften aşağı yukarı sallayınca derin bir nefes aldı ve sedire yaslanarak oturmaya devam etti.
Bu esnada çıkıp kahveleri getirdim. Hasan Amca o aralıkta bir şey söyledi mi bilmiyorum ama odaya girdiğimde uçsuz bucaksız bir sessizlik vardı yavrum. Şu duvarların dili olsa da konuşsa. Tepemizdeki ahşap tavan yapılalı çok olmamıştı. Şu yorganlıktaki kışın yıkayıp kapattığımız yün yataklar, mavi nakışlı beyaz örtünün altından kabarmıştı. Halıyla uyumlu olsun diye kırmızı nakış işlediğimiz beyaz perdelerimiz hafif rüzgârdan uçuşuyordu. Şu senin oturduğun kısa sedir uzun olanın dikine duruyordu. Şu karşıki taş duvarda babamın ilk avından hatıra geyik başı bugünkü gibi duruyordu. Her şey cansızdı ama bana öyle geliyordu ki bu odadaki canlı cansız her varlık bu akşama şahit olmaktan mutsuzdu. Nedim Bey hele en berbat halde olandı. Kaymakam ve komutan konuşurken bir onlara bir Hasan Amca’ya bakıyor, sık sık terleyen alnını beyaz mendiliyle siliyordu. Aldığı her nefeste göbeğinin telaşla kalkıp inmesini görseydiniz yavrum. Adamcağız her haliyle bu şey bir an önce bitsin diye dua ediyor gibiydi. Kahveleri verdikten sonra Hasan Amca boğazını temizleyip konuşmaya başladı.
– “Kaymakam Bey…”
Usuldendir yavrum, bir yerde en büyük kimse onunla konuşulur. Tek tek diğerlerini saymaması bundan.
– Kaymakam Bey… Beni buraya getirdiğinizden beri… Ağam da sağ olsun, hanım kızımız da… Hatırlı misafir gibi ağırladılar. Beni buraya getirdiğinizden beri çok düşündüm efendim. Hayal miydi gerçek mi? Kazım Efendiye bir sebepten ötürü kızdım da zihnim bana oyun mu oynadı? Hayır, benim Kazım Efendiyle bir derdim sorunum da yoktur. Neden onca insan içinde kendisine iftira edeyim. Bir masuma iftira etmenin hükmü dinimizce sarihtir. Hamdolsun, bugüne dek kimsenin hakkına girmedik. Allah’ın huzuruna sırtımızda kimsenin hakkıyla çıkmamaya azmetmişiz. Siz hiç mi delil bulamadınız efendim? Nasıl olur? Tenha bir yerde iz nasıl bozulur?”
Hasan Amca’nın mülayim tonu herkesin birden sinirlerini zıplatmıştı. Adaleti temsilen odada bulunan savcı bey, komutan, kaymakam… Hepsi sicillerini düşünüyordu. Bu hadiseden kısa bir süre sonra da birer birer tayinlerini alıp gittiler zaten. Ama Nedim Bey neyi düşünüyordu? Ne olduydu ki bu kadar hiddetlenivermişti birden anlamadım…
– “Hasan! Bana bak kardeşim. Şu kıtlık zamanında canımızı dişimize takmış milletin kursağının derdine düşmüşüz. Ne istiyorsun ulan sen? Kan mı dökülsün? Reşat Ağa’nın yakınları intikam peşine mi düşsün? Millet birbirinin boğazına mı yapışsın istiyorsun ne istiyorsun kardeşim?”
Abbooovv! Bunları duyunca aklım başımdan gitti. Nedim Bey ağzından kaçırmış oldu ya kuzum. Demek onlar da biliyormuş cinayet olduğunu. Vah halimize… Hem daha da durmuyordu, sesi gittikçe yükseliyor, Hasan Amca’ya var gücüyle bağırıyordu. Kaymakam araya girmese belki kalkıp üstüne bile yürüyecekti. Artık herkes Nedim Bey’in dayanamayıp ağzından kaçırdığı bu itirafla Hasan’ın da gerçeği öğrendiğini biliyordu. Sözlerini değiştirdiler. Kaymakam, dedim ya yavrum böyle duvar gibi adam ne gördüm ne duydum. Müdanasız değilmiş meğer, kendince bir menfaat uğruna adaleti örtmekmiş niyeti. Adalet dediğin kundaktaki bebe mi a benim güzel kızım, üstünü örtesin?
– “Evet Hasan Efendi. Artık gizlenecek bir şey kalmadı. Seni korumak için elimizden geleni yaptık fakat inat ettin. Bundan sonra bizden günah gitti. Bu şehrin kaymakamı olarak gereken neyse yapılmasına talimat vereceğim. Delil bulunamadığına dair raporu paylaşacağız. Sen de artık ortada kalırsın. Dediğimizi yapsan işini de aşını da verir, çoluk çocuğunun geleceğini teminat altına alırdık. Devletimiz büyüktür, çocuğa pabuç yardımı verir, kış gelir yakacak gönderir. Sözünü dinleyenin damını başına akıtmaz ama sözünden çıkanın altında oturacağı damı da kalmaz böyle biline!”
O an Nedim Bey çok pişmandı. Yemin etsem kefaret düşmez yavrum, adım gibi eminim çok pişmandı. Elinde olsa belki zamanı geri saracaktı. Ama ok yaydan çıkar gibi söz ağızdan çıktı mı dönüşü olmaz yavrum. Babam bunu iyi bilenlerdendi ki konuşmadı o ana kadar. Kaymakam tehdit edince dönüp bana baktı. Babalar büyük kararlar alacağı zaman hep yavrularının gözlerine bakar kuzum. O an anladım ki İbrahim Peygamber gibi hakikat uğruna beni yere yatırıp boynuma bıçağı dayadı.
– “Kaymakam Bey, dur bakalım. Sana saygımız var, senin de bize hatırın olsun. Sen buraya hizmet etmeye geldiysen görevini hatırlatmak da bizim boynumuzun borcudur. Devlet adamına devletlik yaraşır. Suçluya cezasını tez elden vereceksin ki ahlak bozulmasın, haksızlığa kanunsuzluğa cesaret artmasın. Bizi de şahit tuttunuz madem, tarafımız bellidir. Hak yerini bulmalı… Varsın ucunda ölüm olsun. Aha adım, aha boynum. Var ne yapacaksan şu garibandan önce bana yap!”
Herkes soğuk terler döktü kuzum. Benimse şu köşede gözlerim yaşardı. Niye ağlarım bilmem ama dayanamadım. Bu nasıl uğursuz bir akşamdı, nasıl uğursuz bir odaydı ki insanların kaderlerini yazıp çizmeye cüret ederlerdi böyle. Hiç mi yüce Yaradan’dan hayâ etmezlerdi bilmem yavrum. İnsan haddini bilmedi mi ne olacağını az biraz bilirdim ama…
Hasan Amca o ana kadar dizlerinin üzerinde öne eğilmiş oturuyordu. Babam konuştuktan sonra kamburunu düzeltti. Kadife şapkasını iki eliyle tutup karnının üzerinde birleştirdi. Her şeye rağmen devlete saygı bu toprağın insanlarında töredir yavrum, bir iki görevli kötü temsil etti diye kimse bayrağa hürmetsizlik etmez bizde. Hasan Amca da etmedi yavrum, başı dik herkesi tek tek süzdü. Kaymakama bakarken küçümsüyor gibiydi. Savcıya bakarken acıyordu sanki. Komutana öfkelenmişti belli. Ama Nedim Bey’e bakışı fenaydı yavrum, nasıl anlatılır bilmem ama hayal kırıklığı doluydu bakışları, onu bilirim.
– Nedim Ağa… Hani var ya meşhur bir fıkra, “Ben patlıcanın değil sizin dalkavuğunuzum Hünkârım!” diyen… Bizimki de o hesap. Hakikatin dalkavuğuyuz. “Uğruna savaştığımız değerlerden vazgeçeceksek savaşmanın anlamı yok” diyen Hz. Ali Efendimizin kölesi olmuşuz. Babam rahmetlik de gariban adamdı ama mertti. Çift tabancayla dolaşırdı. Vaktiyle kendisine “Bu ne hal eşkıya mısın?” diye çıkışan hocaya şöyle demişliği vardır:
“Müftü Efendi! Biz çölü bayırı dolaşırız. Onun için belimizde en az yedi mermi atan ikinci tabancamız olur. Dünya kancıktır derler çünkü. Ne zaman ne olacağı belli olmaz. Evvela kendini muhafaza, sonra dinini, namusunu, malını ve muhakkak sahipsiz garibanı korumak için insan hazırlıklı olmalıdır. Bunlardan birine halel gelecek olsa tereddüt etmeden başını belaya sokmalıdır. Biz nefsimiz için değil hak uğruna silahlanmışız.” Biz böyle bir evde yetiştik.
Ağam o gece ne gördümse doğru gördüm. Çoluk çocuğumun hatırına susayım dedim yapamadım. Sen ağasın, büyüksün, söz sahibisin. Şimdi sen söyle ağa, düzeni korumak için eşkıyaya yol verilir mi? Eşkıya dediğin yılan gibidir, meşrebi kancıklıktır, sinsiliktir. İlla döner bir gün ekmeğini suyunu vereni de sokar.”
Dilinin bağı çözülmüş, konuşmak gayreti gelmişti Hasan Amca’ya. Ama bir yandan da çekiniyordu. Başına iş gelir diye değil ha… Olan olmuştu zaten. Kalemini bir kez kendi elleriyle kırmıştı artık. Nedim Bey’i mahcup edecek diye çekiniyordu. Hani yavrum sevdiğin birinin yalanını anlarsın da utanmasın diye belli etmezsin ya o hesap… Ama içinde yanardağ fokurduyordu, tutabildiği kadarını tutacak gerisi odaya dolduracaktı…
– “Nedim Ağa, sen de bilirsin hakikati. Vicdanının sızısı buradan görünüyor. Bazı insanlar vardır yalanı ip gibi peşi sıra dizer, hakikati incitirler de bir yudum uykularından olmazlar. Ama sen uyuyamazsın ağam. Bu beyler devlettir, başımızın üstünde yeri vardır ama bugün buradalar yarın koltuklarında tanımadıkları adamlar oturur. Bu toprakla bağları, haklarında yazılacak bir imza mesabesindedir. Ama senin kökün buradadır. Bu ihanet senle bitmez, çoluk çocuğuna miras kalır. Benim hakkımdaki hükmün kıymeti yoktur artık. Çoluk çocuğum Allah’a emanet. Bu dünyada bela ve mihnete uğramadan geçiş yoktur. Bizimki de böyle oldu, varsın canlar sağ olsun. Artık benim yolumdan dönmemi beklemeyin. Doğru da bellidir, yanlış da… Kim ne yolu seçerse er geç onu görür. Herkesin yolu kendine uğurlu olsun…”
“Oda buz kesti yavrum. Babam derin nefes aldı, perkisine yaslandı. Sağ elini beline yaklaştırdı ki adama bir şey yapacak olsalar kimsenin gözünün yaşına bakmayacaktı. Kaymakam savcı ve komutan neye uğradığını şaşırmıştı. Ne yapacaklarını bilmez halde gözlerini Nedim Bey’e çevirmişlerdi. Artık bu odada kanun da düzen de Nedim Bey’di. Hükmü O verecek, diğerleri ona tâbi olacaklardı.
Hasan Amca’nın söyledikleri karşısında Nedim Bey’in köpüreceğini düşünmüştüm yavrum. Hatta adama bir fenalık yapar diye de korktum. Oysa Nedim Bey rahatlamış gibiydi. İçindeki kavgaya birisi el atmış, uğraşıp dışarı çıkaramadığı vicdanını birisi orta yere serivermişti. Belki hadise ilk ortaya çıktığında diğerlerinden birisi karşısına geçip “Nedim Bey, adaleti yerine getireceğiz. Sen de kendine yakışanı yap.” dese işler hiç buraya gelmeyecekti. Belki en başından beri istediği ama cesaret edemediğini yapacaktı O da… Ama insan böyledir yavrum. Kötülüğün ipi gevşektir, dilediğin yere çekmek daha kolaydır.
Bir zaman sessizlik oldu. Nedim Bey, Hasan Amcaya öylesine dalgın bakıyordu ki yüzünde çizgi oynamamasına. Sonra koca göbeği şişinceye kadar derin bir nefes aldı. Diğerlerine baktı. Babamın dizine dostça iki kez dokundu başını hafiften yukarı aşağı sallarken. Sonra bir şey demeden kalktı yürüdü.”
Naciye Teyze hikâyenin başından beri kâh heyecanlanıyor, kâh duruluyordu. Bazen sesi yükseliyor bazen duyulmayacak kadar kısılıyordu. Nedim Bey’in gidişini anlatırken sanki kendisi de ne olduğunu bilmiyormuş gibi, ilk kez o an öğrenecekmiş gibi geriliyor, boynu, elleri ve sırtı kasılıyordu. Şimdiyse rahatlamış, vücudunun eti iskeletinden kurtulmuş gibi yumuşacık yumağa dönüşmüştü. Hafiften öne eğilmiş halının desenlerini incelerken ileri geri sallanıyordu. Büyük torunu sessizliği bozarak:
– Eee nine, sonra noldu? Kazım’ı cezalandırdılar mı? Hasan Amca’yı rahat ettirdiler mi?
Naciye Teyze başını kaldırıp meraklı gözlerle torununa baktı. Gözlerini kısarak:
– Kızım sen bizim Fadime’nin mi gelinisin? Hoş geldin yavrum…
İbrahim Halil Aslan