Cevapsız Çağrı

(c)

Kalbimde tepinen atları çift kırmayla vurdum, yaşım on dokuz. Mavi bir kapı aralandı ardımdan, annemin gözlerinde beyaz tülbent izi, babamın ellerinde bir aylık emekli maaşı. Önümde beyaz çuval, içinde bir tulum peynir, kumaş keseye doldurulmuş ince bulgur bir de ekmek, tandırdan. Babam gidiyorum diye yeni bir bavul almış en büyüklerinden, annem bulduğu ne varsa dolduruyor içine. Evde derin bir sessizlik, dün geceden beri kapanmayan gözlerimde ağırlık. En son ne zaman veda ettim bu eve hatırlamıyorum ama o vedaların geçiciliği şuan duyduğum ağır hislerin altında eziliyor.

Birazdan bitecek belki bu veda ama kaburgamda bir sızı başladı, ayaklarım kalbime batıyor. Bir daha eşiğinden geçtiğim hiçbir kapı bu kadar ağırlık bırakmayacak der gibi dizlerimde ceberut bir sancı. Pantolon mu, evet o yeni. Ütüsü annemin tandırdan kalan isli ellerinin izleri. Biraz uzasın bu ayrılık, annem biraz daha baksın, babam buruk bir gülümse bıraksın. Şu mavi kapı biraz daha gıcırdasın. Gıcırdasın evet gıcırdasın! Tüm acılı melodilerde anlam bulmuş sözler bir kapı gıcırtısına yazılmıştır eminim buna. En umulmaz sahneler bir kapı karşısında yaşanmış, en büyük sevdalar bir kapının ardında son bulmuştur. İnsanlar duymuyorlar belki ama kapılar da ağlıyor.

Kapanacak ya bu kapı ve sanki bir daha açılmayacak. Azıcık bir süre, saliseler, ne bileyim belki daha da azı ama bitmeyen kara döngü. Bir çocuk beliriyor içeriden, bana bakıp gülümsüyor. Yanakları kırmızı, saçları kıvırcık ve alnına uzanıyor. El sallıyor, beni çağırıyor. Boğazındaki kara leke gözlerimi alıyor. Bir şeyler anlatacak ama o kapıdan tekrar içeriye girecek ayaklarımın bir daha çıkmaya güç geçiremeyeceğini biliyorum. El sallıyorum, bir daha aynı kalamayacak tüm yaşanmışlıklara veda ediyorum.

Birinci Çağrı

Curcuna, anlamsız bir koşuşturma ve cadı kazanı muhabbetler… Dört yılı nasıl devireceğiz burada bilemiyorum. Kafa dengi bir adam bulsak gerisi gelecek ama millet okumaya değil de caka satmaya, anne ve babalarının yanlarında yapamadıkları şeyleri fütursuzca yaşama gelmişler. Mütevazı, cevval, adap bilen bir yoldaş lâzım. Yoksa bu cümbüşte biz de yok olup gideceğiz. Anam her sıkıştığında derdini Çalap’a ilet derdi. Üç dilek hakkım varmış da dualarımı kötü günler için saklıyormuşum gibi kaç zamandır bekliyorum.

“Masa boş mu, oturabilir miyim?”

“Tabii, oturabilirsin.”

“Selamun aleyküm ben, Rashid…”

“Aleyküm selam ben de Şakir…”

Duanın bu kadar kısa sürede cevap bulması beni korkuttu. Çocuk benim sınıfta okuyormuş üstelik işe bak arkadaş!

“Sen nasıl Afgan’sın birader Türkçen benden daha iyi.”

“Uzun zaman önce geldik, ilkokula burada başladım. Senin boğazındaki dövmenin bir anlamı var mı? “

“Uzun hikâye birader…”

“Derse var daha, dinlerim ben…”

“Urfa’da bir gelenektir, dek derler buna. Kadınlar arasında süslenmenin, güzelleşmenin, nazardan ve hastalıklardan korunmanın simgesiyken benimkinin hikâyesi biraz farklı. Biz yedi kardeşiz, altı ablam var. Altı kızdan sonra erkek çocuk hasretiyle adaklar adayan babam, Hz. İbrahim kıssası misali beni Allah’a kurban ettiklerini simgeleyen bıçak dövmesini âdemelmama kazıtmış. Bir inanış diyelim, beladan musibetten koruduğu da düşünülür.”

“Vay be çok iyiymiş! Yakışmış, sert bir imaj katmış sana.”

“Eyvallah, sağ olasın…”

İkinci Çağrı

Rashid uyanamamış, bugünkü ders önemli geç kalmasa bari. Karşılaştığımızdan beri farklı ünsiyet kurdu kalplerimiz, cismani bir tanışma değil bu, ezelden gelen muhabbettin devamı sanki. İçinde zerre hinlik, az biraz mı kötülük olmaz insanın, maşallah! Bir de gariban mı gariban çocuk… Türlü çilelerden sonra ülkemize sığınmışlar ama burada da bırakmamış ki kör talih peşlerini. Bir kere fukaralık, ezilmişlik yazılmaya görsün insanın kaderine, bir ömür peşinden gelen bir kara gölge sanki. Hayatı boyunca hep dışlanmış, varlığını, insan olduğunu, bir can taşıdığını duyurmak için epey çabalamış. Onca yokluğun içinde gayret gösterip okumuş, üniversite kazanmış. Bir de öyle seviyor ki ülkemizi, ben bile bazen eleştirecek şeyler buluyorum o taşına, toprağına, varlığına ayrı ayrı şükürler sıralıyor.

Hiç zorluk çekmemiş, mücadele nedir görmemiş şımarık bebeler de sağ da solda ülkemde mülteci istemiyorum diye haykırıyor. Hadi oradan! Hem bu ülke yaşanmaz deyu fırsatını bulduğunda kaçma planları yapacaksın, hem de insanca yaşamak için son kapı olarak gördükleri bu ülkeye sığınanlara saldıracaksın. Kifayetsiz muhterisler…

Ulan Rashid, sayende dert sahibi olduk. Nasıl ve niye sevdim seni bu kadar bilmiyorum ama sana göz ucuyla değecek küçük imalara bile düşman kesiliyorum. Babam şükrün çoğu, dostun azı, sevdanın yeki makbul, derdi. Allah bize dost olarak seni gönderdi. Sevdanın da yekini bulduğumuzda tamamlanacak bu dünya cihetindeki yekûnumuz.

Telefonuna da ulaşılmıyor, bir gelse ensesine şaplağı indireceğim. Dersin hocası defaatle uyardı, devamsızlıkta taviz yok diye. Her gıcırtıda gözüm kantin kapısında.

Üçüncü Çağrı

Derin bir gıcırtı. Kantinin mavi kapısında yavaşlayan zaman.

Kapıyı açtı.

Yüreğimde açtığım kuyudan yükselen canhıraş çığlık. Sanki bir taş atmışım o kuyunun içine ve yıllar sonra gelen bir ses.

Kapıyı açtı.

Kendimi bıraktığım yerde unuttuğum çocuk. O kapanan kapının ardında çocuğunu bekleyen bir anne.

Kapıyı açtı.

Kapıdaki gıcırtı gözyaşıdır dedim içimden. Yüzüme kapatılan kapıların biriktirdiği gözyaşı… Duymadı. Konuşmadı. Yavaşça ilerleyip tam karşımdaki masaya oturdu. Bakmadı yüzüme. Bakamadım yüzüne. Öyle tanıdık ki yüzün, büyümüşsün ama çocukluğum kokuyorsun diyemedim. Ben geldim, dönemeyecek olduğumu anlarsın diye de kapının eşiğinde ayaklarımı bıraktım üstelik. Anlarsın değil mi, sen kendinden gittiğinde bile ben orada olacağım. Gerçi duymuyorsun nereden bileceksin. Bence bilirsin. Bir baksan ikincisine ihtiyaç olmadığını anlayacak kadar derin bir yürüyüşle geldim çünkü.

Saçlarını topladı, beton binanın duvarlarından kırlangıçlar cıvıldaşarak dört tarafa yayıldı sanki.

Saçlarını kimler için bölük bölük yapmışsın
Saçlarını ruhumun evliyalarınca örülen
Tarif edilmez güllerin yankısı gözlerin
Gözlerin kaç kişinin gözlerinde gezinir
Sen kaç köşeli yıldızsın”

Konuşsam dilimin sınırları, içimdeki sınırsızlığa yenilip kekeme kalacak biliyorum. Susuyorum elimden gelen bu, ne kadar çok susarsam sanki o kadar çoğalacaksın içimde. Ilık ılık yayılan bir uyuşma hissediyorum zehir mi, şifa mı… Karşı konulmaz bir büyü, can kuşuna kanat, göğe mavi, denize sahil, ateşe odun… Sen etrafına bakıyorsun, benim içimdeki kuşlar yavruluyor ve bilmem kaç yıldır gelmeyen bahara, bir bir cemreler düşüyor.

Kalktı. Daha konuşmamıştık üstelik.

Çay alıp geldi. Gözlerini gördüm. Bir şey diyemedim. Bir şey diyebilseydim şair olurdum belki. Gözleri dedim içime; tanıdın mı? Baktı bana, “Niye geldin?” der gibi. Ben gelmeye değil gitmeye geldim. Bazen insan gitmek için gelir. Sen hiç olmadığın zamanlardan beri hep gelirken, ben kendimi sana bırakıp gideceğim. Bu cümleyi kurdum evet. Evet, evet kurdum! Anlaşılması gerekmiyor bazen kurduğun cümlelerin. Anlaman da gerekmiyor. Tamam, sustum…

Arkadaşı geldi. Oturdular, konuştular. Sesi bitmesini istemeyeceğin bir şarkı, armağan, dipsiz kuyu… O konuştukça boğazımda hareketlenen çığlık, âdemelmamda yeşeren Cezayir menekşesi. Hani idama hazırlanan mahkûmların boynuna takılan o kolye var ya sen say ki o. Arkadaşına bir şeyler söylüyor;

“Lütfi Mısragiller’in şiirlerine bayılıyorum. Bu adamın kitaplarını getirecek adamla evlenirim o kadar yani.”

 “Konuştun güneşi hatırlıyordum
Gariptin yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim öyle yabancı
Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı
Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı
Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin”

Dördüncü Çağrı

“Bir kere gördüğün, tek kelime etmediğin, diyaloğa bile girmediğin biri için bu saçma eylemi mi yapacaksın yani?”

“Ne carlıyorsun birader? Bir keresi yetmeyen her şeyin ikincisi israftır. Seni de bir kere gördüm, dost olduk. Böyle ağlayacaksan sen gelme, bu benim meselem zaten.”

“Kardeşim biraz mantıklı düşünsen yaptığının her cihetten çok saçma bir hareket olduğunu anlayacaksın. Şiiri seviyorsa şiir yaz, kitap yaz, roman yaz… Sen gidip şiir kitabı çalalım diyorsun.”

“Birincisi ben mantık bilmem, inanırım ve yaparım. İkincisi denedim yazmayı ama olmuyor ayrı bir meleke bu. Baktım olmuyor ben de tüm iyi şiirleri ona götürerek, onlar yazar ben yaşarım demek istiyorum.”

“Biraz bekle o zaman, Mücahit abi ben size sponsor bulacağım demedi mi? Neyin telaşı bu. Olmadı bir yerlerden borç bulur alırız istediğin tüm kitapları.”

“Çok bekledik, gönül işinin beklemesi olmaz. Mücahit abiyi de onlarca kez aradım, dönüş yapmadı. Bu iş bugün bitecek! Sana başta da söyledim bu benim meselem sen olmasan da yapacağım.”

“Kes, tamam! Adam gibi bir plan kuralım madem ona göre hareket edelim.”

“Aslansın la Rashid!”

“Evet, sayın seyirciler;  gün geçmiyor ki absürt bir olayla daha karşılaşmayalım. Telefon acentesine giren iki kafadar,  yüzlerce insanın önünden geçtiği mağazadan gündüz vakti para çaldı. Yüzlerini saklamaya çalışan iki acemi hırsızdan âdem almasında dövme olanın Türk, boyu uzun olanın da Afgan sınıf arkadaşı olduğu tespit edildi. Acente sahibinin ifadesine göre uzattığı tüm paraları kabul etmeyen hırsızların, sadece iki bin lirayı alıp geri kalan parayı iade ettiği bildiriliyor. Acemilikleri gizli kameraya da yansıyan adı sanı belli olmayan iki kafadar, kolluk kuvvetlerinin takibi sonucu kitap almak için girdikleri kitapçıda kıskıvrak yakalandı. Adlî mercilerin verdiği bilgiye göre, uzun zamandır almak istedikleri kitaplara paraları yetmeyen iki acemi hırsızın, kitapları çalmanın etik olmadığını düşünerek bu yola başvurdukları düşünülüyor.”

 

Enes Can


Enes  Can – Acayip Selami (a)
Bitimsiz Şükranlar (b)

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • İsmen , 07/07/2024

    Hoş anlamında “:D”
    Tebrikler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir