Künye: İbnü’l-Arabî Giriş Kitabı, William C. Chittick, Nefes Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Mart 2023.
***
* Kur’an’da ve İslâmî kaynaklarda geçtiği üzere kalp insan tabiatının duygusal tarafını değil, şuurun, farkındalığın ve zekânın merkezini tanımlamaktadır. Kalp, Allah’ın tecellilerini içine alabilecek insani melekedir. Yalnız kalp, İbnü’l-Arabî’nin kavramlarıyla Allah’ı ve hakikatleri birleştirerek aklı ve keşfi kapsayacak bir şekilde bilebilir. (Sayfa 27)
* İbnü’l-Arabî’ye göre, Kur’an bütün nebevi bilgiyi kendisinde temsil etmektedir ve iki çeşit temel insani kavrayışa, akla (reason) ve hayale (imagination) hitap etmektedir. İnsanlar Kur’an’ı bütünlüğü içinde anlamak isterlerse bu melekelerin her ikisini de kullanmak zorundadır. (Sayfa 30)
* Aklın Tanrı’ya ulaşamaması ‘’tenzihtir’’. Hayalin onu bulması ‘’teşbihtir’’. (Sayfa 32)
* İnsan olmak, ilâhi bir suret olmaktır. İlâhi bir suret olmak, ilâhi bir ifadedir. Bu ifadede, Allah’ın bütün isimleri izhar olunur ve bilinir; âlemdeki bütün nitelikler Hakk’ın sıfatlarıdırlar. İnsan sureti hem Allah’tan farklıdır (tenzih) hem de O’nunla aynıdır (teşbih). Gerçeği anlamak ancak iki gözle görmekle mümkündür. (Sayfa 31)
* Hak hiçbir surete girmez bu yüzden ilahi suretler ancak sonsuz bir şekilde art arda gelen tecelliler olarak ortaya çıkar. Bu açıklama, cennette insanların neden doymayacağı ve sıkılmayacağı hakkında da bilgi vermektedir çünkü insanlar cennette daima yeni tecellileri tecrübe edeceklerdir. İşte bu yüzden her iki gözleriyle gören arifler, tıpkı cennetteki gibi her an tamamıyla yeni bir yaratılışa şahit olmaktadırlar. (Sayfa 33)
* Allah’ın Zâtı’nın bilgisi O’nun kendisinden başkasına erişilmez olsa da, O’nun insana tecellisiyle ortaya çıkan bilgisi de insan içindir. Aslında bu bilgiden başka bir bilgi de yoktur. (Sayfa 35)
* Kendini bilmenin en yüksek makamında, kendini bilmek varoluşta kendinden başka bir şey olmadığının, çünkü bütün âlemde Allah’ın tecellisinden gayri bir şey olmadığının farkındalığını kazandırır. İlâhi tecelli insanın yaratıldığı surettir. Bu makama eren kişi, Hakk’a mutlak abdiyetinin ve yaptığı her şeyde Allah’ın kulu olduğunun farkına varır. (Sayfa 38)
* Bu dünyadaki hayat esmâ-i ilâhînin eserlerinin ve hükümlerinin gerçekleştiği bir süreçtir. Eğer insanlar münasip bir ahenk ve itidalde isimler tarafından vasıflandırılacaksa vahiy gereklidir. Yani etik dilini kullanırsak; insanlar erdemleri kazanarak ve kusurlardan uzaklaşarak isimlerle ahlaklanacaksa ilahi bir rehberlik gereklidir. (Sayfa 43)
* Fakat aşk ayrılığı getirdiği gibi birliğe de götürmektedir. Allah’ın mahlûkata olan sevgisi mahlûkatın O’na olan sevgisini doğurmuştur ve aşk böylece yerine getirilmektedir. (Sayfa 44)
* Bütün âşıkların, aşkta eşit olduğu sonucuna varmamalıyız. Allah Tek’tir, fakat O’nun suretleri sonsuz sayıdadır. (Sayfa 46)
* Ârifler iki gözle bakarlar. Bu yüzden vücudu hem yokluk (absence) olarak görürler, çünkü vücûd Zât-ı İlâhî’den başka bir şey değildir; hem de mevcudiyet (presence) olarak görürler, çünkü vücud arifin zatı olarak Allah’ın tecellisinden başka bir şey değildir. (Sayfa 51)
* Aynlar sabittir çünkü kendilerindeki yokluklarına rağmen Allah tarafından ebediyen bilinmektedirler. Allah onlara varlık vermeden evvel bile onlar ‘’şey’’dirler. Allah’ın onları bilmesiyle Allah âyân-ı sabiteyi yaratmış ve onları ‘’âyân-ı mevcude’’ kılmıştır. Fakat âyân-ı sabitenin varoluşları kendilerine ait değildir, vücûd Allah’a aittir. Sadece tek bir vücûd vardır ve bu da ‘’Allah’ın Vücûdu’’dur, başka bir ifadeyle vücud Allah ile aynıdır (özdeştir). ‘’Âyân-ı sâbite’’, İbn’ül-Arabî’nin ifadesiyle ‘’vücud kokusu almamıştır’’ (FH 76) Hiçbir zaman da almayacaklardır çünkü tanım itibarıyla yoklardır. (Sayfa 56)
* ‘’Allah aynlara Cemil ismiyle tecelli eder ve onlar da Allah’a âşık olurlar.’’ (F.II 112.34) (Sayfa 59)
* Âşıklar ve salikler Allah’ı bulmak için cehd ü gayret etmektedirler fakat sevilebilecek ve bulunabilecek Tanrı kavramsallaştırılacak ve anlaşılacak Tanrı’dır, yani bizim idrakimizdeki Tanrı, ilâh-ı mutekad’dır (inancın tanrısı). İlâh-ı mutekad bize Kendisini gösteren Tanrı’dan farklı değildir. Bizatihi Allah bulunamaz ve bizatihi bulunamayan Tanrı aslında sonsuz Allah’tır ve Vücûd-ı Hak’tan farklı bir şey değildir. (Sayfa 62)
* Her ruh kendi okuması için cevaplar verecektir, fakat bu sadece Kur’an okumak değil, kendini ve âlemi de okumaktır. Ruhun anlamasının bizzat ruhta yazıldığını göz önünde bulundurarak ruhun kendi kitabının, kendi kaderi için en önemli belirleyici etken olduğu anlaşılabilir. Bu husus, Kur’an’ın belirttiği üzere mahşer gününde her insana kendi kelimelerinin hitap etmesini anlamaya yardım etmektedir: ‘’Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.’’ (İsrâ, 14) (Sayfa 75)
* İnsân-ı kâmil, Kenz-i Mahfi’deki bilgiyi, yani Allah’ın âlemi yaratmasındaki gayenin bilgisini fark eder. Sadece insan Allah’ı tamamıyla fark edebilir, çünkü sadece insan her şeyi ihata etmenin suretiyle yaratılmıştır. (Sayfa 81)
* Allah’ın bihakkın mevcut olduğu ve metholunduğu kalptir. Sadece bilgi, kalbi berhayat kılar ve insanı, insan eder. (Sayfa 85)
* Âlemin bilgisi, kişinin kendini ve Rabb’ini bilmesi sürecinde elde edilmesine rağmen âlem, kişinin Rabb’ini bilmesinde perdelerin en büyüğü de olabilir. Âlemdeki işaretlerin neyi işaret ettiklerini anlamadan onlara ne kadar yoğunlaşırsak, eşyayı olduğu gibi görememenin zulmetinde o kadar derinleşmiş oluruz. (Sayfa 94)
* Felsefe gibi aklî ilimlerde ise taklidin zıddı içtihat değil; tahkiktir. Akl-ı Küllî’nin (ilâhî ruhta) müteâl hakikatinde eşyanın hakikatini bularak eşyayı bilmeye tahkik denir. Felsefeciler gibi İbnü’l-Arabî de bilgiyi aramanın gayesini, tahkike ulaşmak ve hakikatleri bilmek olarak görmektedir. (Sayfa 96)
* Nakil ilmiyle uğraşan âlimler, Kur’an’ı ve hadisi doğru fiil yönünde bir bakış ile yorumlamakla ilgilenmişlerdir. Akli ilimlerle uğraşan âlimler ise cümle eşyayı, sadece vahyi kullanmayarak yorumlamak ve anlamak istemişlerdir. Kendilerini, Kur’an’da belirtilen hakların araştırılması ile sınırlandırmammışlar. Diğer iki kitapta, yani âlem ve ruhta da kendini açığa vuran hakları anlamaya ve onlar üzere amel etmeye çalışmışlardır. (Sayfa 110)
* İbnü’l-Arabî zaman ve mekânı ele aldığında, genelde onlardan ‘’nispetler’’ diye bahsetmektedir. Bu şekilde, zaman ve mekânı varlıklarla, yani gerçek şeylerle (fakat varlıkları vacip olan şeyler değil) ters düşürmektedir. Zamanın ve mekânın şeyler arasında karşılıklı bir ilişki kurduğunu fakat zamanın ve mekânın bizatihi şeyler olmadıklarını beyan etmektedir. Yani, dış dünyada zaman ve mekân denilen şeylerin olmadığını söylemektedir. (Sayfa 111)
* Hiçbir zaman şu andan çıkamayız, çünkü İlahî Huzur’u (mevcudiyeti) hiçbir zaman terk edemeyiz. (Sayfa 116)
* Her anda, Allah’ın her ayeti –anlık hakikatindeki her mahlûk- eşsizdir, tektir çünkü Allah’ın eşsizliğinin tezahürüdür. Hiçbir şey herhangi bir şey ile aynı değildir ve hiçbir şeyin bir anı bir daha tekrar etmez. Her mahlûk her anda eşsiz bir haktır ve tahkikin hedefi, her mekânda ve her zamanda bu anlık, hiçbir zaman tekrar etmeyen hakları idrak etmek ve onlar üzere amel etmektir. Tıpkı Zat gününde bu hakları idrak etmek ve onlar üzere amel etmek gibi diyebiliriz. (Sayfa 117)
* Bir şeyi bildiğimizi düşündüğümüzde, aslında bilgimiz, nefsimizin belirsiz tabiatının niteliğindedir; bu yüzden bilgimiz hakikat ile yalan, gerçeklik ile gerçek dışılık, doğruluk ile yanlışlık arasındadır. Bütün bir bilgi bir zaviyeden doğru, diğer zaviyeden ise yanlıştır. Yani, buna istinaden bütün bilginin izafi olduğu söylenebilir. (Sayfa 125)
* Kişinin kendisini bilmesi süreci hiçbir zaman bitmez, çünkü nefsin ne bu dünyada ne de öteki dünyada sahili yoktur. (Sayfa 137)
* Teologlar ve onlarla beraber fakihler, kendilerine dini ve sosyal düzenin muhafızları rolünü seçmekle yetinmeyi isterler. Doğru yoldan sapanların hepsini cezalandıracak olan bir Tanrı, onlara çekici gelmektedir. Sûfîler ise mahlûkatını seven ve onların bütün günahlarını affetmeye yakın bir Tanrı’ya çağrıda bulunurlar. (Sayfa 147)
* ‘’Kur’an sahilsiz bir ummandır, çünkü mahlûkatın sözlerinin aksine, Allah sözden talep ettiği bütün anlamları söze kendisi vermiştir.’’ (Sayfa 150)
* Eşyanın özüne nüfuz edenler bilgilerinden keyif alırlar ve kabukta kalanlar ise cahillikleriyle mutlu olurlar. Her grubun kendi mutluluk düşüncesi vardır ve hiçbiri bu düşüncelerinde yanlış değildir, çünkü her düşünce o grubun tabiatına tekabül etmektedir. İşte bu da Allah’ın bu dünyanın içine koyduğu bir rahmetidir, çünkü burada herkes sahip olduğu ile mutlu değildir. Şeyler öteki dünyada halledilecektir. (Sayfa 170)
Edebifikir