(hatıra eskiz defteri-2)
1.
ikinci katta, merdivenlerden çıkınca hemen sağdaki sınıf bizimki. beşinci ders mi, altıncı ders mi? kesin olan öğleye yakın olduğu, demek ki sabahçı olduğumuz bir dönemdeyiz. beşinci sınıftayız. sınıfa kadar nasıl çıktığımı, nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. neticede mağlubuz, üzgün olduğumuz belli. ben üzgünlükten öte mahcubum galiba. ikinci kata kadar mahcup ulaştıktan sonra sınıfın kapısını çalıp dersi bölüyor, içeri giriyorum. acaba benle beraber, bizim sınıftan ikinci bir kişi daha var mıydı? yarışmada üç kişiydik fakat öbürküler kimdi? kapıyı çalıp girdim ama yalçın yıldırım’ın “gel” sesi kulağımda yok, hiç hatırlamıyorum. içeri girince hocanın sınıfı kendi hâline bıraktığı anlaşılıyordu. öğretmen masasıyla sandalye arasına iki kişi girecek kadar boşluk var. yalçın hoca, sırtını sandalyeye yaslamış, sağ ayak bileğini aşık kemiği tarafından sol dizinin üzerine koymuş. hafif göbeği, “orta yaş göbeği” üzerinde ellerini kenetlemiş. düşünceli bir hâli var. dalgın değil, düşünceli. üzgün mü, sınıfı niye serbest bırakmış acaba? kıyafet düzeni, saçı başı bildik öğretmen kılığı; bir tuhaflık, farklılık yok.
ben içeri girince sınıftaki ince, yorgun, ninnimsi uğultu duruldu. yalçın hocanın düşünceli yüzü, battığı yerden çıkıverdi. “gel bakalım raşit…” beni karşısına aldı, tek tek soruyor: yarışmanın nerede olduğu, hangi okullarla yarıştığımız, neler sorulduğu, hangi soruyu bilemediğimiz… ben gene mahcubum ama daha rahatım çünkü yalçın hocanın karşısındayım. galiba dört okul yarışmış üçüncü olmuştuk. belki üç okul yarışıp ikinci de olmuş olabiliriz. yalçın hocanın yüreklendirici, mahcubiyet giderici tavrı burada ortaya çıkıyor: “hangi okulu elediniz?” “…” “güzel, iyi etmişsiniz.”
bu hatıranın hiçbir bağlamı, yeri, nakledilince bir başkasına vereceği hiçbir şey yok. benim hafızamda yer etmiş olmasının sebebi, herhalde yalçın yıldırım’ın düşünceli yüzü ve bizim mağlubiyetimizi karşılama şekli. dışarıda, bizi okullar arası yarışmaya götüren müdür yardımcısından tutun da okulda yarışmanın haberini bekleyen herkesin yüzünde, edâsında teselli, gurur kırıklığı, babacan ukalalık filân var. ama yalçın yıldırım çok metin ve mütebessim karşılayıp birden bire önemsiz bir şeye çeviriyor bu yarışmayı. çırçırcılar ilköğretim okulu’nun gariban, fakir talebeleri okullararası bilgi yarışmasından şöyle ikincilik, üçüncülük, mansiyon bir şey getirseler ne iyi olurdu hâlbuki?
2.
yalçın yıldırım, ilköğretim dördüncü sınıftan başlayarak sekizinci sınıfın sonuna kadar çırçırcılar ilköğretim okulu’nda benim “din kültürü ve ahlâk bilgisi” hocamdı. bize hangi üniversitede ilahiyat fakültesi okuduğunu söylemiş miydi, hatırlamıyorum. muhtemelen hiç bahsi geçmedi. fakat ankara üniversitesi’nde okuduğu gibi bir şey geliyor aklıma, sonradan çırçırcılar’a sınıf öğretmeni olarak gelen babam ali küçükkürtül ve büyük amcam hüseyin küçükkürtül’den işittiğim bir şey olmalı. yalçın hocanın memleketi nereydi? maraş’ın bir köyünden olabilir. bunu da kesinleştiremiyorum. derste namazın cem edilmesi meselesini anlatırken nenesinden verdiği bir örnekten hareketle bir köy çocuğu olduğu intibaını pekiştiriyorum. sormalı… ama kim bilir, hatırlar? ilkokul dördüncü sınıfta karşılaştığımıza göre 1998 yılı olmalı. şakaklarından başlayan beyazlıklar düşünülürse acaba otuzlarının sonunda mıydı, kırklarının başında mıydı? doğum tarihinin 1955’ten sonra, 65’ten evvel olduğu muhakkaktır. demek ki babamın akranı sayılabilir[1]. evliydi, bir keresinde kızından bahsettiğini hatırlıyorum.
yalçın hoca, tipik bir taşralı, din kültürü öğretmeni çizgileri içerisine konamayacak bir adamdı. belli bir cemaatin, bir tarikatın içerisinde yetişmediği anlaşılıyordu. benim için, sonradan, bir ırk tayin eder gibi rahatlıkla tayin edilen cemaat, tarikat, meşrep kalıplarının, çizgilerinin hiçbirini yalçın yıldırım’ın üzerinde hatırlamıyorum. zeki biriydi. neşeli diyeceğim ama tam oturmaz, onun neşesi bir kurnaz neşesi gibiydi. nasıl denir, biraz ukala biraz kurnaz cinsten, farklı bir neşe vardı üzerinde. hayatın, dünyanın, tarihin, dinin birtakım meselelerini anlamış da ötekiler karşısında mağrur olmayan ama müstehziliğe de değmiş bir tavrı vardı. belki öğretmenler odasında daha mağrur, daha cesur, daha tartışmacıydı; orasını tamamen bilmem mümkün değildi. öğretmenlerin, kendi aralarındaki meseleleri bize aksettirmemeye çalıştığı bir vakıaydı. yalçın yıldırım’ın bizim sınıflarda öğrenciyle münakaşaya giriştiğine, ağız dalaşına kapıldığına hiç şahit olmadım. bizim okulda öğretmenler dayak da atardı ama yalçın hocanın dayak attığına, bir öğrenciye vurduğuna veya elinde sopa ile sınıfa geldiğine de şâhit olmadım. gerçi, orta mektep sıralarına geçtiğimizde biz 7. ve 8. sınıfı, özel sınıfta okumuştuk, belli bir başarı çıtasının fevkindeki çocukları bir sınıfta toplamışlardı. haylazlığın, haşarılığın ileri gittiği sınıflarda yalçın hocanın fizikî müdahaleye kendini mecbur hissettiği olmuş mudur, ben işitmedim. yalçın hoca, bizlerin kısa sûrelerden ve dualardan ezberlememize, gündelik ilmihal bilgilerini ifade edebilmemize çalıştığını hatırlıyorum. fakat korku veren, telkin eden, mevzuunu bir duygu atmosferi içerisinde nakletmeye çalışan bir yapısı yoktu hocanın. modernist meyilleri olanlarda görülen türden, dini bir anlama-kavrama nesnesi olarak ele alma tavrı bir hayli belirgindi.
3.
okul binasının bahçeye açılan ana kapısının önünde, köşede ayaktayız. teneffüs değil, sohbet etmeye müsait bir boşluk var. yalçın yıldırım karşımda. mevzumuz yok, gündelik bir konuşma içerisindeyiz. hoca sesli düşünüyor gibi. akşam yemeğinde evde bulgur pilavı pişeceğinden bahsediyor ve oradan çıkarım yapıyor: “demek ki ekmeği bugün bir tane eksik alsam olur”. yüzünde o taşralı kurnaz neşe. başkasında olsa beni oldukça rahatsız eder, acaba niye yalçın hocanınki dokunmuyor? bu pilav meselesini bana duyurmasının bir bakıma ev idaresini, aile olmayı, ev reisi olmayı bana hissettirme yönü var. çünkü bundan önce veya sonra meslek konusundaki şuurumu araştıran küçük bir soruşturma yapmış, neticesinde de beni ayıktırmak için bir şaka yapmıştı. orta mektep sıralarındayız, belki altıncı sınıf, belki yedinci sınıf… mesleğin sosyal statüsüne dair hiçbir duyuş yok bende, safdilin tekiyim. altıncı sınıftayken tarih profesörü olmak istediğim, yedinci sınıfta sıra arkadaşım fatih gül’ün tesiriyle mühendisliğe heves ettiğim zamanlardayım. yalçın hoca, öğretmenlikle doktorluğu mu kıyasladı, bir şekilde sosyal statü farkı koydu ortaya. sonra bir faraziye olarak “mesela benden kızımı istemeye gelsen raşit, doktor olmazsan vermem” dedi tebessüm ederek. yalçın hocanın farkı galiba buradaydı. sohbet edebildiği öğrenciden sohbetini esirgemezdi. öğrenciye ders vermek ve emir vermek dışında davranabileceği bir öğretmenlik yordamı geliştirmiş gibiydi. dine dair de bir şeyler öğretmeye çalışmaktan ziyade bir şeyleri fark edelim, hissedelim diye gayret ederdi.
4.
sekizinci sınıfta olmalıyız. çırçırcılar ilköğretim’in iki katlı bir bina olduğu zamanlar. bina kapısından giriyor, sol tarafa yöneliyorsunuz. kuzey köşedeki sınıf, burası sekizinci sınıfı okuğumuz yer. zihnimdeki görüntü buradan. ben üç kümeden orta kümede, arka sıralarda oturuyorum. yalçın yıldırım geliyor, kulağıma eğilip fısıltıyla bir şey söylüyor ve söylediğini tahtaya yazmamı istiyor. ben de kalkıyorum tahtaya goethe’nin bir sözünü yazıyorum. hoca da bu söz üzerine sınıfta konuşmaya başlıyor. goethe’nin isminin türkçede telaffuzunun sınıfta bir gülüşme dalgası oluşturacağını düşünerek benim kulağıma eğildiğini anlıyor ve hatırlıyorum. fakat birçok şeyler zihnimden uçup gitmiş: acaba şairin hangi sözünü yazmıştım? ben goethe’nin ismini doğru şekilde yazmayı nereden biliyordum? evdeki kitaplıktaki o günlerde hiç kitabı yoktu. fakat adı geçiyordu, babamdan amcamdan filan duyduğumu hatırlıyorum. eve giren gazete, dergilerden öğrenmiş olabilir miyim imlâyı? belki. ya yalçın yıldırım nereden biliyordu benim yazabileceğimi? 40-50 kişi arasından, gizemli bir hava oluşturup öğrencinin merakını kabartan bir edâyla gelip kulağıma fısıldayıvermişti. şimdi bu satırları yazarken yalçın yıldırım’ın tiyatral jestleri, hafızamın üstündeki sütreleri kaldırıp canlandı. bu görüntüler zihin aynama aksetmeyeli belki yirmi sene olmuştur. allah allah… hatırladıkça buğular gidiyor mu? yalçın hoca sınıfta merak uyandıran, öğrencilerin şahsiyetine atıflarda bulunan bir jest, bir nüktede bulunurdu. acaba bu, bizim seçme sınıfa gösterilen bir ihtimam mıydı, yoksa hocanın meslekî yordamının bir parçası mıydı?
mehmet raşit küçükkürtül
[1] bu satırları yazdıktan birkaç saat sonra babamla birlikte cuma namazı kılmaya gittik, 15 aralık 2023 cuma. yolda babama yalçın hocayı sordum, çırçırcılar ilköğretim okulu’nda birlikte çalıştıkları için onun da hafızasında yer etmiş birisiydi. meğer ben hocayı hafızama epeyce yaşlı kaydetmişim. babam “ben onun babasını da tanıyorum, bizim gibi sınıf öğretmeniydi, beraber çalışmadık ama maraş’ta öğretmenlik yapıyordu. hatta sonradan, ben maraş’ta noterlik yaparken yanıma ziyarete de gelirdi. ismi mustafa mıydı acaba, tam hatırlayamadım. yalçın’ın senin dediğin kadar yaşlı olmaması lâzım. çünkü babası bizden iki-üç yaş, en fazla beş yaş büyüktür. elbistanlılar.”
tivıtırı nasıl kullanıyorum? (hatıra eskiz defteri-1)
6 Yorum