İğde

Köyün dışında bulunan okulumuz, karakolun da biraz aşağısındaydı. Okulun da aşağısında akıp giden ırmak, Ermenistan sınırını çiziyordu. Irmakla okul arasında, ırmak gibi, ırmak boyunca akıp giden adam boyu otlaklar vardı. Paydos olunca öğretmenler, şimdi markasını hatırlamadığım, arabalarına atlayıp kasabaya yollanırdı. Biz de son teneffüste anlaştığımız gibi herkesin dağılıp gitmesinden sonra, takımları kurar, karanlık basıncaya kadar okulun bahçesinde top oynardık.  Hâlâ aklımdadır; frikik kullanmak üzere, topa doğru koşarken içimden, “Tusubasaaa…” diye bağırmıştım! Çok da güzel vurmuştum, ama gol olmamıştı. Neden yıllar önce olmuş, içimde sakladıkça çok önemliymiş gibi olan, fakat anlatınca veya yazınca basitleşen bir olayı veya sözü, çok sarih bir şekilde ve hiç unutmamacasına hatırlıyorum da, birkaç saat önce gördüğüm, okuduğum, hatta söylediğim önemli bir meseleyi hatırlamakta zorlanıyorum?

***

Yaz tatiline daha bir hafta varken, köyde erkek kadın, çoluk çocuk, kız oğlan, tavuk, keçi, inek ne varsa, hepsi günlerce uzaklıktaki yaylaya çıkar, koca bir köyde yapayalnız kalırdım. Evden çıkar çıkmaz, ilk aklıma gelen ırmak olurdu. Neden bilmiyorum, ırmak boyunca o kadar yürürdüm ki evden, köyden, tanıdık ağaçlardan, tarlalardan, kayalardan uzaklaşır, yeni yeni gördüğüm şeylerin ürküntüsü içimi doldurana kadar durmazdım. Beni en çok ürküten de ırmağı tanımayışımdı. Gittiğim yerlerdeki ırmak, geldiğim yerlerdeki ırmağa benzemiyordu. İlk defa bu köy yalnızlıklarında kendi kendimle konuşmayı, kendi kendime şarkılar söylemeyi ve kendimi başkalarının gözünden hayal etmeyi öğrendim!

***

Yaz başlarında, ırmağın en çılgın olduğu, hatta korkunç gürültüler çıkardığı, etrafının sık ağaçlar ve kayalarla sarıldığı bir yerde bulunmak, yalnızlığın can sıkıntısını öyle bir hırpalardı ki, orada çok fazla duramaz ve uzaklaşırdım. Fakat kırlara doğru açıldıkça, çok sürmez, güneşin bunalttığı kalbim hemencecik ırmağı özlerdi.

***

Şimdilerde fırından ekmek almaya giderken, mahallemizde bulunan tek iğde ağacının, kaldırıma dökülmüş meyveleri, neden, ne olursa olsun beni dalgınlıklarımdan koparıp, besberrak bir hatıraya götürüyor. Evet, kırlara doğru açılınca, yaz ortalarında kurumuş, dere kenarında, tek başına duran iğde ağacına, bir arkadaşın yanına gider gibi giderdim. Ham meyveleri ağzımın tadını bozardı. Bir keresinde nasıl olmuş da yemiş bulunduğum o olgun halini, hani o iyice kızarmış bir ekmek rengine bürününce ki o halini beklerdim. Fakat bu, okulların açıldığı, arkadaşlarımın yayladan döndüğü zamana rastladığı için unutur giderdim. Tâ ki bir daha ki yaza kadar…

***

Çocukluğuma dair hatırladım ilk şey üç veya dört yaşlarımda, annemin sırtında, köydeki evimizin önünde dolaşmamızdır. Yıllar sonra babam vefat etmiş, evdekiler evlenip barklanıp uzaklaşmış, artık sırtta taşınacak bir hale gelmiş annemle, baş başa kalmamın, bu ilk hatırlayışımla arasındaki bağ nedir? Ya da bir bağ var mı? Bilinçaltı kadere dahil mi?

***

Köyün hemen bitişiğinde bulunan, harabeye dönmüş, kalesinin duvarları yıkılmış, eski Ermeni köyüne girerken, kale kapısında durup yerden üç taş alıp, tek tek öpüp başımıza koyar, sonra kapı olduğunu zannettiğimiz duvardaki boşluklara düşmeyecek şekilde yerleştirirdik. Köylüler buna ziyaret diyorlardı. Bu bir çeşit, harabelere giriş için izindi.

***

Tepede, pırıl pırıl kırmızı taştan yapılmış, sonradan kilise olduğunu öğrendiğim, çatısı çökmüş, üç tarafı uçurum olan mabed bana hep güzel gözükmüştür. Belki de bütün o kargacık, burgacık köy evlerinin aksine düzgün ve yüksekte olması sebebiyle… Kilisenin olduğu tepeye çıkınca, ön tarafında geniş bir alan ve bazı yıkık karataştan duvarlar görürdük. Ön cephede büyük, kapısı yerinde olmayan bir giriş vardı. Dam çökmüş, kilisenin içi toprak altındaydı. İçerden arka tarafa açılan kapı bir teras genişliği sunardı. Orada ırmağı ve Ermeni topraklarını izlemek mümkündü. Kilisenin bir tarafı sıfıra sıfır uçurum, öbür tarafı ise ancak küçük birer çocuk olarak kollarımızı açıp sırtımızı duvara dayayarak, yan yan, sabırla, acele etmeden göğsümüze dolan bir heyecanla, kilisenin duvarına sürtüne sürtüne geçilebilecek kadar bir imkân tanıyordu. Bu bizim aramızda, bir çeşit kendini ispatlama yöntemi idi. Hatırlıyorum, ailesiyle İstanbul’dan köydeki akrabalarını ziyarete gelen bir çocuk bunu yapmaya cesaret edememiş biz de gülmüştük.

***

Köylülerin yayladan dönecekleri, bir hafta önceden bizim evde konuşulmaya başlar, o zaman içimi tarif edemediğim bir duygu sarardı. İlk önce çobanların önlerine kattığı davar sürüleri, kaldırdıkları toz kümeleri, böğürmeler, nefes alıp verişler ve çıngırak sesleri ile gelir, heyecandan uçacak gibi olurdum. Bir oraya, bir buraya koşar, gördüğüm her arkadaşa göremediğimi sorar, bir evden, öteki eve koşardım.

***

Tamı tamına, yapayalnız doksan beş gün! O günler bana ne yapmış olabilir diye, hep düşünüyorum. Şimdi bütün bunları, o günlere öyle veya böyle şahitlik etmiş ailemden birine anlatsam belki de, “Hayır, hiç de böyle bir şey yoktu! Sen bunları yaşamadın!” diyecek! İç dünyamızda olup biten, dile getirmediğimiz veya getiremediğimiz şeylerin akıp giden hayatımızla temas noktası nedir? İnsan, geçmişini hatırlarken, düşünürken, yazarken bulunduğu hal üzerine veya isteğine göre mi kurgular? Daha da önemlisi kurguladığının farkında olma ihtimali var mı?

***

Neden hâlâ, olmuş bir iğdeyi yiyemiyorum!

Tahir Tarık Balıkçı

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir