İnsan ve Fikir Münâsebeti Üzerine

GassetSistem Olarak Tarih” kitabına şöyle başlar: “İnsan yaşamı dediğin garip bir gerçektir. Temel gerçektir o, demek oluyor ki tüm diğer gerçekleri onun bağlamında ele almak durumundayız.” Ona göre insanlıkla ilintili olarak yapılan her değerlendirmenin “gerçekliği” daha ziyâde “somut”/ “maddi” yaşama değişi ölçüsünde isabetlidir. Gasset’in bu görüşleri insanın fikir ve/veya yaşam dünyasının irdelenmesi bağlamında önemlidir. Zira insan, fikir dünyası dediğimiz o soyut âlem ile yaşam denilen somut âlem arasında gidip gelen, bu iki dünyada da yaşayan bir canlıdır. Fikretmekle insan, kendisi ile zihni arasındaki hususi dünyada yaşarken, eşya ve insanla münasebet kurma ile de umumi dünyada varlığını ortaya koyar. Pekiyi, insanın hakiki var oluşu hangi âlemdedir? Eğer somut yaşam temel gerçekliktir der ve tüm gerçeklikler onu bağlamında değerlendirirsek insan temel olarak somut yaşamda var olmalıdır. Fakat somut aşamada var olabilmenin esas koşulu ise evvela zihin dünyasında bir kemâle erişmekle olur. Öte taraftan ise Gasset’in de üzerinde ısrarla durduğu o yaşamın temel gerçek olması önermesinde “bilgiyi bağımsız bir ütopya sayma” durumu büyük problemdir. Bilgiyi bağımsız ütopya saymak ile insan cismi ile var edildiği “somut” dünyada var oluşunun gerçekliğine erişebilir mi?

İnsan sürekli olarak düşünen bir varlıktır. Basit bir mesele insan düşüncesine konu olduğu gibi çetrefilli bir mesele de düşünceye konu olabilir. Zira daha evvel de söylediğimiz gibi insan, karmaşık olan her şeyi zihninde bir düzene kavuşturma peşindedir, aksi halde kendini rahat hissedemez. İnsan ile fikretmek arasındaki münasebet budur esasen. Örneğin Descartes’ın kartezyen felsefesi hakkında fikrederken yapmak istediği şey -elbette- evvela zihnini bir düzene kavuşturmaktır. Diğer filozoflar için de aynı istekten bahsedebiliriz. İnsanın doğası diyebileceğimiz bu isteğin “normal”liğinden şüphe etmesek de bu noktada durup düşünmek zorundayız.

Batı düşünce tarihine bugünden baktığımızda bu tarihin büyük oranda filozofların düşüncelerinden teşekkül ettiğini görürüz. Zira Batının düşünce sathındaki problemlerini aşmasının tek yolu insan aklını devreye sokmasıydı. Ancak bu akıl ile Batının zihni karmaşası bir düzene kavuşturabilirdi. Zira ilahi olandan yardım isteyecek bir Batı mevcut değildi. İlahiden yardım isteyeceğine Descartes’dan, Hegel’den yahut da Marx’dan yardım istedi Batı. Onların refikliğinde zihinler düzenlendi. Ve yine onların refikliğinde düşünce serüveni devam etti. Fakat problem şu ki; tüm filozofların fikretmek ile münasebeti; “bilgiyi bağımsız bir ütopya sayma” biçiminde olmuştur. Her filozof için kendi fikriyatı bir ütopyadır aslında. Descartes’ın Kartezyen felsefesi de ütopyadır, Hegel’in idealizmi de, Marx’ın marksizim de. Salt insan zihnince inşa edilen bir modelin ütopya oluşu garipsenecek bir vak’a da değildir aslında. İnsan zihni kendi sınırları çerçevesinde bir inşa çalışması içine girdiğinde salt akla dayalı bir mantık ile bunu yapar. Salt aklın oluşturduğu düzense soyuttur ve bu sebeple “ütopik”tir. Ütopik oluşu nedeniyle uygulanamaz, yaşamın maddi boyutları bakımından bir inşa çalışması yapılması da beklenemez. O sadece, filozofun “yüce” fikri ünvanını almaya nâil olmuştur. Oysa fikrin yüce olmasının şartı “ütopik” olmaması olmalıdır. Ütopik olan somut/maddi hayat bağlamında uygulaması mümkün olmayan, salt bu fikri bilenlerin zihinlerinde bilgi kalabalığı olarak var olandır. “Yüce” fikir bizzat maddi/somut hayata dokunandır ki bu fikir, insanın hem fikri/soyut dünyasında vardır hem de maddi hayatında. İnsan bu nev’îden bir “yüce” fikir temelinde kurar dünyasını. Fikretmek onun için bu yüce fikri bir bütün olarak câri kılmaktır hayatında. Dolayısı ile insan ve fikretmek arasındaki münasebet,  fikretmenin “ütopik” bir durum hâline getirilmesi değildir, bilakis fikir istihsal etmeyi insan hayatının her boyutuna mündemiç olmasını sağlamaktır.

Rene Descartes “Aklın Yönetimi için Kurallar” isimli kitabında aklı yönetmek için kurallar tespit etmiştir, tespit ettiği kural adedi 21’dir. Bu kurallara baktığımızda Descartes’ın akıldan en yüksek verim alabilmek için onu yönetme kuralları ortaya koyduğunu görürüz ve kuralların hepsi “bilgiyi bağımsız ütopya” haline getirişin yoludur aslında. Zira zihin kendi içinde mükemmel bir düzenek hâline irca edilir. Örneğin ikinci kural şudur: “Sadece, zihnimizin hakkında kesin ve kuşku götürmeyen bir bilgiye erişebileceği konularla meşgul olmamız gerekir.” Zihin kendi düzeneği dahîlinde kesin ve kuşku götürmeyen olduğunu saptadığı konularla meşgul olacak, aksi durumdaki mevzularla meşgul olmayacaktır. Kendi içerisinde ne kadar mükemmel bir düzenek! Descartes’in aklın yönetimi konusundaki kuralları modern insanın zihin dünyasına yabancı değildir, zira modern insanın zihin yapısı inşasında onun payı büyüktür. Dolayısı ile Descartes’ın bilgiyi bağımsız ütopya hâline getirişi, onun zihniyet dünyasının timsali modern insanın da bilgiyi bağımsız bir ütopya haline dönüştürüşü üzerinde konuşmayı zaruri kılar. Bilginin, insan zihninde bağımsız bir ütopya olarak varolması, insanda somut ve soyutun/maddi ve manevinin bir arada bulunması, paralel olarak var olması zaruriyetinin ihlali olduğu için tehlikelidir. R. Waldo Emerson “Her şeyin başında kendi ruhu, özü vardır; gözün, eşyanın şekli şemâlini yansıtması gibi eşyanın ruhunu da nağme yansıtır. Deniz, dağ silsileleri, Niagara, her çiçek tarhı havada salınan koku gibi nağmeler halinde önceden ve her şeyin başında vardır, iyi bir kulakla onu duymak için yaklaşan, kulak kabartıp duyabilir” der. İnsanın fikretme yetisi salt zihninin derinliklerindeki o soyut karmaşıklıklara bir nizam vermek için olmamalı. Eş zamanlı olarak somut olan da insanın zihninde karmaşaya yol açmalı ve akabinde insan, bu karışıklığı nihayete erdirmek için tefekkür etmelidir ki bu sayede “fikretme”yi bir bütün hâline getirebilsin ve bu sayede bilgiyi bağımsız bir ütopyaya dönüştürmesin. Deniz, dağ silsileleri, Niagara yani gözümüzün gördüğü her türlü “şey” zihnimizde bir nizam ölçüsünde var olur evet fakat onları salt zihinde var etmek değildir esas olan. Esas olan, terennümlerine kulak kabartıp duyabilmek ve her bakışta onları yeniden görebilmektir.

Feyza Yapıcı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir