Dosyamızın dördüncü yazısını Cüneyt Dal kaleme aldı: Latife Tekin’i Niçin Okumalıyız?
***
Giriş
İsmi, hikâyesi, Türk edebiyatındaki yeri ile müstesna bir eser. Üslûbu, kahramanları, oluşturduğu atmosfer ile apayrı bir kitap. Yazarına, “bırakın bu ülkeden, dünyalı bile değildir,” gibi bir hayranlık köpürmesi ile bakmamı sağlayan bir roman. Hâlbuki bu kitap, kâinattaki hiçbir galaksi ve gezegende, dünyamızda, ancak ve ancak 70’lerin Türkiye’sinde, İç Anadolu’dan beslenilerek yazıldığı gibi yazılamazdı!
Zaman
70’lerin sonu, 80’lerin başı. Türkiye’nin siyasî olaylarla çalkalandığı sıralar.
Yer
Adam Yayınları. Hani, Aziz Nesin’in, Memet Fuat ve Cevat Çapan isimlerini duyunca, “Batar bu yayınevi,” öngörüsünde bulunduğu ve haklı çıktığı yayınevi.
Kahramanlar
Memet Fuat (Editör): Nazım Hikmet’in üvey oğlu. Yetenek avcısı usta editör. Küçük İskender ve Latife Tekin gibi unutulmaz isimlerin kâşifi.
Cevat Çapan (Cevat Amca): İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Profesörü. İngilizcenin beynelmilel şairi Sylvia Plath ile Cambridge Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı. Mina Urgan’ın öğrencisi. Oğuz Atay’ın dostu olması hasebiyle Tutunamayanlar’ın ilk nüshasını okuyup Rimbaud gibi bir dehayı okur okumaz anlayabilen ve onu dünyaya tanıtma bahtiyarlığına eren Verlain edasıyla kurul tarafından okunmasına ön ayak olan şair, yazar, oyuncu.
Latife Tekin (Esas Kız): Siyasî olaylar sebebiyle polis tarafından aranan 20’li yaşlarının başında Kayseri’den İstanbul’a göçmüş bir ailenin deli dolu kızı. Sevgili Arsız Ölüm’ün yazarı!
Olay
Yazdığı şeyi bir arkadaşıyla paylaşan Latife Tekin, arkadaşının isteği üzerine dosyanın Memet Fuat’a gönderilmesine razı olur. O dönem Adam Yayınları yeni kurulmuştur. Memet Fuat, ciğerlerinden hastadır ve hastanede istirahatteyken eline ulaşan dosyayı okur, okur, okur… “O kadar sevdim ki gözlerim yana yana okudum,” diyecektir. Ve beklenildiği gibi çiçeği burnunda bu dosya sahibi ile tanışmak ister. Şaşkınlığını tahmin edilebilirdir. Böylesi bir kitabı yazmak için yeterli olduğu düşünülen yaşlılıkta ve tecrübede değildir bu kızcağız. Ancak Memet Fuat, ustalığını gösterir ve sanki duygularını dondurup ofisinde ayakta karşıladığı “yazar adayı”na şunları söyler: “Dosyanızı okudum. Çok beğendim. Dosyayı yayımlayacağım. Ancak bir şartla: bana ikinci dosyanızı getireceksiniz. Çünkü bu kitabı yayımladığımda siz çok meşhur olacaksınız. Bu şöhret, elinizi kolunuzu bağlar diye korkuyorum. O sebeple bu dosyanın yayımlanmasını istiyorsanız bana ikinci dosyanızı getirmelisiniz!”
Ofisten çıkar Latife Tekin. Hem tarifsiz bir heyecan vardır içinde hem de hüzün. Sevinçlidir çünkü dosyası basılacaktır. Hüzünlüdür çünkü beklemesi gerekecektir. Eh, “editörlüğünü yaptığım kitapta bir adet imlâ ve yazım yanlışı bulana…” şeklinde bir iddiası olan bir editör olarak Memet Fuat, bu tavrıyla, hem yazar kazanan, keşfeden “bir editör nasıl olmalı” gerektiğine dair ders verirken diğer yandan da genç Latife Tekin’e, “bir yazar nasıl olunur”un dersini vermektedir: devamlılık ve sabırla!
Kitap, uzun bir süre tezgâhta bekler. O sırada Tekin, Berci Kristin Çöp Masalları’nı bitirir. Ve ardından bu dosyasını Memet Fuat’a sunar. Görev tamamlanmıştır. Şimdi sıra, heyecanla beklenen aşamaya gelmiştir: matbaa… Ancak ne hikmetse kitap bir türlü basılmaz. Latife Tekin sabırsızlanıyordur doğal olarak. Yayınevinin inşaat ve tadilat gibi işleriyle uğraşan Memet Fuat, “Senin kitap tavanda,” diyerek paraların şu an için inşaata gittiğini söylüyordur. Tekin’in “Cevat Amca” dediği Cevat Çapan ise yan odadan sesleniyordur: “Basın artık şu kızın kitabını!” Zaman işlemektedir. Sıra kapak çalışmasına gelmiştir. Tekin, tasarımcı bir arkadaşının olduğunu, kitabın kapağını onun yapmasını istediğini söylediğinde yeni bir ders gelecektir usta editörden: “İyi bir yazar, asla kitabın kapağıyla falan uğraşmaz. Bu, editörün işidir.” Zaten sırf bu sebeple İlhan Berk’ten hiç haz etmemektedir. Çünkü Berk, sürekli kitaplarıyla ilgili Memet Fuat’ı sıkıştıran bir şairdir. Ve beklenen gün gelir. Kitap, matbaadan gelmiş, raflardaki yerini almıştır.
Kitap öyle bir ses getirir ki bu inanılması güç bir çalkantı doğurur. İlk arayan da Attila İlhan olur. Latife Tekin’i yanına, kendi mecrasına çekmek istemektedir. Hatta bir mektup da yazar, “Kızım Latife” diye başlayan. Haberler, tanıtımlar, röportajlar, söyleşiler, imza günleri… Övgüler üstüne övgüler. Ve tabii yergiler de vardır. Siyasî yönden Memet Fuat’ı sevmeyenler, Latife Tekin’in bu kitabını da sayısız eleştirilerle karşılarlar. Bu eleştirilerin ne boyutlara vardığını merak edenler, kitabın yayımlanmasından 11 yıl sonra bile durulmadığı anlaşılan tartışmalar hakkında fikir edinmek için 1994’teki Yalçın Küçük-Alev Alatlı çatışmasına bir göz atabilirler.
“Ben tamamen edebiyat dışı bir yerden geliyordum. Ne yaptığımı, ne yazdığımı, neyi başardığımı, Memet Fuat’ın bile aslında kim olduğunu bilmiyordum,” sözlerini söyleyen biri olarak yazar, daha sonra bir arkadaşının, “Sen, sırat köprüsünü gözün kapalı geçtin,” sözüne sonuna kadar hak verecektir. Zaten sonraları, “Her şeyin bilincinde olsaydım belki de bu benim için daha korkutucu olabilir, yapabildiklerimi yapamaz, başarabildiklerimi başaramazdım,” düşüncesini ifade edecektir. Düşünün, bir kız, söyleşiden çıkmış, kot pantolonunun arka cebine koyduğu Attila İlhan’ın mektubunun bir fotokopisini etrafındakilere okuyor. Bir davette yanlışlıkla biri ayağına bassa, “Pardon ama ünlü bir yazarın ayağına bastınız,” diyor. Fuarlarda ve buluşmalarda millet yolundan edip sarılıyor, öpenler oluyor. Ve tüm bunlar olurken Memet Fuat’tan ses çıkmıyor. Hâlbuki Tekin, Berci Kristin için bir haber bekliyor. Arıyor, soruyor, arayıp soruyor ama nafile: “Memet abi, okudunuz mu dosyayı?” Cevap net: “Hayır!” Tekin, Memet Fuat’taki bu soğukluğu, durgunluğu anlamıyor. “Nasıl okumaz, dört gözle bekliyordu bu dosyayı,” diye düşünüyor. Neden sonra sebebini, yaptığı bir ziyarette bizzat Memet Fuat’tan öğreniyor: “Sen böyle çiğ bir yazar mı olacaksın? Ben de seni oturmuş, aklı başında biri sanmıştım. Ne demek Attila İlhan’ın mektubunu pantolonunun arka cebine sokup da sağda solda millete okumalar falan!” Evet, Memet Fuat, yeni bir ders daha veriyor.
Bana sorarsanız, çok da haksız ve yersiz değildir genç Tekin’in bu sevinçle yaptığı şeyler. Bilmiyorum, onun gibi ben de usta bir edebiyatçının, yazdığım ilk kitabı okuduktan sonra hiç beklemediği üzere gencecik biriyle karşılaştığı için, “A kızım, sen bu yangını kibritle oynarken mi çıkardın?” sözlerine muhatap olsam neler yapardım acaba? Hak vermek gerek… Günler geçer, darbeler olur, hükümetler değişir, bugünlere gelinir. Kitap birçok dile çevrilir, tanınmış Türk eserleri arasına girer.
Arka Plan
Buraya kadar, kitabın ve yazarının hikâyesini anlattım. Şimdi de benim kitapla olan hikâyemden bahsedeyim. Kitabı ve yazarın adını, ilk olarak, öykü yazarı, editör, aynı zamanda Cevat Çapan’ın öğrencisi, merhum şair ve çevirmen Sedat Umran’ın yâreni sevgili Mehmet Erikli’den duydum. Duyar duymaz da dikkatimi celp etti ve uzun bir süre kitapla, yazarıyla ilgili yazılar okudum, videolar izledim. Sonunda o gün geldi çattı. Kitabı edindim ve ardından okumaya başladım. Ama ne okuma! Zaten bu tür okumalarım çevremin malumudur. Elimden düşürmem kitabı. Yakaladığımı kitaptan pasajlarla taciz eder, her fırsatta malumata boğarım. Çizerim, not düşerim, sayfalarının kulaklarını katlarım… Puslu Kıtalar Atlası, Ağır Roman, Efrasiyab’ın Hikâyeleri, Yüzyıllık Yalnızlık, Momo, Bitmeyecek Öykü… Bunları da bu şekilde okumuştum. O kadar ki benden sonra annem de, “Hele ben de bir bakayım, neymiş, bu kadar övdün,” diyerek okumaya başladı. O da bayıldı tabii. Hâlbuki Yüzyıllık Yalnızlık’ı da öncesinde yine öve öve bitirememiş, onu da okuması için teşvik etmiş, o da okumuş ve kitabı bitirdikten sonra fikrini sorduğumda da şu yorumda bulunmuştu: “Yüzyıllık Rezalet!” Ama bu defa çok beğenmişti benim de bayıldığım bu kitabı ve bundan cesaret alarak ardından anneme Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı’nı tavsiye etmiştim bu defa. Sonuç yine hüsrandı: “Ne diye okursun ki böyle hastalıklı, karanlık, ne idiğü belirsiz şeyleri!” Kız kardeşim de annem de Büyülü Gerçekçilik’in bir deli saçması olduğuna hükmetmişlerdi bir kere. Hoş, kardeşim, sabitkadem, bu görüşünü Sevgili Arsız Ölüm, Dönüşüm, Kör Baykuş gibi kitaplar hakkında da koruyor ya, neyse! Zaten onun uzmanlık alanı polisiye, cinayet, seri katiller, holokost vs. Fantazyadan, edebiyat için olan edebiyattan hiç haz etmez. Bilgisayar mühendisi, n’olacak! Hayatı 1’ler ve 0’lardan ibaret olabilir diye düşünüyorum; tabii, sevmediği bir türün Türk edebiyatındaki başyapıtlarından biriyle ilgili olması hasebiyle bu yazıyı okumayacağını düşünerek…
Perde
Büyülü Gerçekçilik ile ilk olarak Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okuyarak tanıştım. Dolayısıyla bu hayran olduğum türün bizim coğrafyamızdan çıkmış bir örneğini düşünemiyordum. Latin Amerika nere, Türkiye nere… İspanyolca nere, Türkçe nere… Ama kuşkuculuk bu ya, dedim ki bizim kız, Latife Tekin kesinkes Marquez’den etkilendi de yazdı bu kitabı. Ama o da ne! Sevgili Arsız Ölüm’ün basımı 1983, Yüzyıllık Yalnızlık’ın Türkçedeki ilk basımı ise 1984. E Latife Tekin İspanyolca bilmediğine göre… O zaman Marquez bizim kızdan etkilendi besbelli, diye düşündüm ve bu düşünce beni bir müddet gülümsetti.
Dirmit, Huvat, Atiye… Her biri romanın birbirinden ölümsüz kahramanları. Kayseri’den İstanbul’a taşınan yazarın ailesi ve çevresinden yola çıkarak (sanki başka bir yazma metodu icat edilmiş gibi hep de bu beylik laf söylenir ya, neyse) esinlendiğinin resmidir karakteristik özellikleri. Yani Dirmit birinin kardeşidir. Huvat birinin babası ya da Atiye annelerimizdir. İşte bu sebeple gagasından tüyüne tamamen Anadolu’dan kanatlanmış bir kuştur bu kitap. Nişanyan’ın ifadesiyle, yürekten, ciğerden kopup geldiği aşikâr bir romandır.
Selamlama
Halamın oğlunun, “Cengiz Kurtoğlu bir yaşam stilidir,” diye bir sözü vardı. Ben de diyorum ki Sevgili Arsız Ölüm, bir zaman makinesidir; çocukluğa, saflığa, temizliğe dönüştür. Ne mutlu ki bu yazıyı, Latife Tekin, Cevat Çapan, Yalçın Küçük, Alev Alatlı, Mehmet Erikli, Sevan Nişanyan, Mine Söğüt, Cengiz Kurtoğlu ve Sulhi Ceylan hayattayken yazıyorum. Gönül isterdi ki Sedat Umran, Mina Urgan ve Memet Fuat da hayatta olsaydı, diye düşünüp hemen sonra tövbe ediyorum. Ölüm bir tamamlanma durumu nihayetinde. Zamanıysa kesin ve keskindir. Sevgilidir. Arsızdır. Latife ablamız, teyzemiz, kızımız, kardeşimiz getirsin gerisini…
Sadet
Demem o ki; işte, bana bu yazıyı yazdırabildiği için seviyorum bu kitabı ve bu yazarı. Bana, “Ah!” dedirtebildiği için…
Cüneyt Dal
Dosya Yazıları
Cevdet Karal’ı Niçin Okumalıyız?
Nurettin Topçu’yu Niçin Okumalıyız?
Eric Hoffer’ı Niçin Okumalıyız?
Latife Tekin’i Niçin Okumalıyız?
Osman Cihangir’i Niçin Okumalıyız?
Bedri Gencer’i Niçin Okumalıyız?
Salih Mirzabeyoğlu’nu Niçin Okumalıyız?
2 Yorum