
Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın on ikinci yazısını Oğuzhan Âsım Güneş yazdı: “Diyamandi Kitabı’na Referansla Yaman Bir Gezinti”
***
Sevgili okuyucu,
Sana, Yaman Dede’yi anlatan Diyamandi romanından bahsetmek isterdim. 2022 yılında Profil Kitap’tan çıkan baskısının ne kadar sevimli olduğundan başlayıp, 275 sayfa boyunca neler anlattığına varana kadar birçok şeyden konuşmak isterdim. Hatta Yaman Dede’nin Rum asıllı olup, sonradan Mevlânâ hazretleri ile manevi bir diriliş yaşadığından, Diyamandi adını geride bırakıp Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını aldığından… Yaman Dede künyesini göğsünde nasıl taşıdığından, Efendimiz’in (a.s.) adı her anıldığında gözyaşlarına boğulduğuna telmihle, Yanan Dede diye anıldığından… İslam’ı tercih ettiği için, Kilise’nin eşine yaptığı baskı yüzünden çok sevdiği hanımından ve biricik kızından ayrılmak zorunda kalışından… Daha gayrimüslimken Esrar Dede ile ilgili yaptığı muhteşem radyo yayınıyla tüm gönüllere Mevlânâ ve Mevlevî demeti sunmasından… Yine İslam ile müşerref olmadığı dönemlerde bile Yamandi Molla olarak anılmasından… Başka bir dille konuşacağız seninle. Bu kitaptan değil bu kitabın bize sunduklarından konuşacağız.
Bir Şair Olarak Yaman Dede
“Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın
Ateşle yaşar, yaşla değil yaresi aşkın
Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın
Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma”
Şair, pirincin taşını ayıklar gibi ayıkladıkça sözün darasını, hikmet dediğimiz o mistik anlayışın kucağında buluruz kendimizi. Hikmeti anlamak da bir hikmet. Bundandır ki şiir, nicedir bir irtifaya havale etti kendisini. Yalın söyleyişin cazibesi; köylü güzelinin çektiği sürmeye gölge düşüren nasırlı elleri gibi kursağına oturdu estetik avcılarının. Hâsılı; tatlı, okunaklı ve köşesiz sözlerin hiçbir kıymeti kalmadı onların gözünde. En karmaşık yazan, hikmeti en iyi sırlayandır yarışı başladı edebiyat hipodromunda. Cemiyeti karantinaya alamadığımızdan mıdır bilinmez; Pop müziğin kraliçeleri de Osmanlıca Lügat’tan tefeül yapıp, kelimeleri dizdi boncuk boncuk.
Satırdan sadıra dediğimiz hisli imbik, kırıldı orta yerinden. Sadırdan satıra, satırdan sadıra giden yolculukta ne mahirdi sözün büyükleri. Ki sözün büyükleri; sözü muhatabına göre tayin ederdi. Mevlânâ’ya niçin şiir yazdığı sorulduğunda; “Anadolu’ya geldiğimde insanları şiir söylerken buldum.” cevabı delildir buna. “Latif temasın şedid u haddununa da vakıfız” demek yerine “kadife dokunuşun sertliğini de biliriz” diyen dili de anmak gerekir burada.
Merhum Sezai Karakoç da aynı örnek üzerinden yola çıkmış olacak ki Mevlânâ isimli eserinde şöyle bir nasihatte bulunur; “Halk senin olduğun yere gelmiyorsa, sen onun olduğu yere gideceksin. O senin dilinden anlamıyorsa, sen onun dilinden anlayacaksın, maksadını onun diliyle anlatacaksın.”
Söz konusu nasihati her okuduğumda, sıhhatli bir diyaloğun “mahalli” olmaktan geçtiği düşüncesi daha fazla yer ediyor içime. Yukardan değil aynı mahalden konuşmak. Rezidans balkonundan değil aynı mahalledeki bir evin penceresinden konuşmak.
“Ârâyiş-i elfâzı zarâfet sanma / Âlemde iyilik gibi sermâye yoktur” bercestesini torunuma nasihat olarak söyleyebilecek miyim? Hâlbuki buraya kadar anlatmaya çalıştığım şeylerin özetidir bu beyit. “Süslü sözler söylemeyi zariflik sanma / Dünyada iyilik gibi sermaye yoktur.”
Muhtemeldir ki günün yazısına çeşni etmek için arayıp bulduğum şu hikmetli sözü uzun yıllar aklımda tutamayacağım. Fakat birkaç sene önce TV’de Ali Sürmeli’nin Alevi mezar taşında okuyarak bize naklettiği; “İyilik iyidir” sözünü bir ömür aklımda taşıyacağım. Yalın söyleyişin, mahalli deyişin ve satırdan sadıra özdeyişinin tüm hikmeti burada saklı.
Yaman Dede, sözün büyüğüdür. Bir şair, bir derviş, bir tarih şahidi, bir öğretmen ve bir de babadır. “Bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek” olarak nitelediğim divan okumaları ardından müşerref olduğum Yaman Dede, esirgemedi bal peteğini. Sözü yormadan, meseleyi dolandırmadan söylediği hikmet dolu sözler, “Hikem-i Ataiyye” mesailerimi hatırlattı bana.
Bir Baba Olarak Diyamandi
“Kızım bir gün anlayacaktır.
Mevlânâ beni onlardan almadı, beni benden aldı.”
Samimi birer Ortodoks olan ailesi, Kilise’nin baskısıyla veda etmişti Yaman Dede’ye. Belki de en çok buna yanmıştı Yanan Dede. Sürekli kızını düşünüyor, “Babası Müslüman olmuş bir Ortodoks kızıyla kim evlenmek ister ki? Benim yüzümden belki de hiçbir zaman bir aile kuramayacak” türünden iç çekişlerle yanıyordu. Evladına olan hasret ve sevgisini, öğretmeni olduğu okullardaki öğrencileri ile bastırmaya çalışıyor, kızına yazamadığı mektupları öğrencilerine postalıyordu. Tam manasıyla bir öğretmen olmak için hayırlı bir evlat ya da iyi bir ebeveyn olmak gerekmez mi zaten?
“Yakınlarımıza bağlılığımız bizi mutlu ediyorsa, onların aradan çıkmasıyla bir anda saadetimiz yıkılabilir. Yıkılabilir çünkü geçici bir temele dayanıyor. Bir ailenin fertleri, mutluluğu birbirinin varlığına dayandırmayıp da sonsuz bir dergâha bağlarsa, o saadet de ebedi olur. Geçici olan bir saadet fenaya mahkûmdur. Yakınlarımızı Allah için sevmek lazımdır. Böyle seversek, bambaşka bir muhabbetle severiz.” (Sy. 187)
Bir Öğretmen Olarak Yamandi Molla
Teneffüslerde, teneffüs arası verilen hocalıklardan, tüm mesaisini ve künyesini müfredatın çizdiği sınırda heba eden öğretmenlerden, talebelerine karşı Firavun’a eş bir kibirle gezen eğitimcilerden Allah’a sığınırız. Yaman Dede, öğretmenliği bir baba şefkatiyle yapıyor, hemen her öğrencisinin yalnızca dimağına değil yüreğine ve hayatına da dokunuyordu. Seven, sevdiği üzerine daima bir uyarıcıdır. Sık sık verdiği şu iki tavsiyeye rastlıyoruz mektuplarında;
* Namazları muntazaman kılmak,
* İmkan dâhilinde haftada en az bir kez Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyaret etmek.
Her cuma günü ziyaret ettiği o sırlı mekândan şöyle bahsediyor Yaman Dede; “Canım kızım, haftalık haccımı gerçekleştirdim.”
Sadık Yalsuzuçanlar’ın muhteşem emeğinin Yaman Dede’nin yangınlı yüreği ile buluştuğu bu eser, geç de olsa kendini bana açtı. Merak çağında olan ve tatlı vaatler dışında hiçbir sözün kâr etmediği yaşlardaki kızımla birlikte okuduk birçok sayfasını. Zira her mektup; “Canım kızım, melek yüzlü kızım, güzel gönüllü kızım, kıymetli evladım” diye başlıyor, bendeki tesirini büyük bir şefkat ile aşılıyordu. Bir gün, savruk okuma eylemlerimin en sorumsuz haline maruz kalmış halde, ortalık yerde duran Diyamandi kitabını 2 yaşımdaki evladımın ellerinde gördüm. Bereket versin, yırtma operasyonu henüz başlamamıştı. “Ne yapıyorsun?” sorumun ardından bana bakarak; “Oku, oku, oku!” deyişi, sanırım kitaba dair en esaslı hatıram olacak kalacak. O gün de beraber okumuştuk. Kitabın içindeki mektuplar bazen bana, bazen de benim ağzımdan kızıma yazılmış gibi dolduruyordu evin içini.
“Sende pek büyük bir edebiyat kabiliyeti var. Yakınlarına ne kadar derinden bağlandığını bildiğim için iç âleminin derin olduğuna inanıyorum. Kalbin ve duyguların yoğun. Kafan ve kalbin olgun. Kalbini dini heyecanlarla doldur. Hak aşkının kaynağını ara. Bu satırları okuduğun andan itibaren aramaya başla. Dışarıda arama. Kendinde ara, ruhunda ara. Ruhunun derinliğinde…”
“Kelimelerimin hiçbir harfini ihmal etme. Varsayalım ahirete gittim geri geldim. Öldüm de dirildim. Oraya gidip gelmiş birini dinliyor gibi beni dinle. Kendini uykuda yürüyen birinin yerine koy onun gibi dinle. Onun gibi her dediğimi harfiyen yap. Affet beni evladım, bu konuda birkaç adım atınca kendimi kaybediyorum. Böyle konuşmamı bağışla. Harfiyen yapmanı istediğim şey zor değil. Bir gün bile ertelemeyerek namazını kılmanı dilerim. Hiç olmazsa haftada bir Eyüp Sultan’ı ziyaret etmeni rica edeceğim. Senden ısrarla isteyeceğim.” (Sy.186)
Bir Derviş Olarak Yanan Dede
“Aşktan soruyorsun. Nerden bileyim evladım. Benim haddime mi? Ama yüreğimden damlayan kandan biliyorum, aşk, zayıf kişinin harcı değil. Yumuşak tabiatlı kimsenin haddi değil. Aşk er işidir. Aşk Sultan’ından öğrendim.”
Ne sırlı bir hazinedir şu gönül mülkü? Hidayet bir cemre olup gönle düşünce, Allah dostları; ardına baharı katıp öyle buyur ediyor gönül sahibinin göğsüne. Bazen hikmetten süzülen bir bakış, bazen sözlerden örülmüş bir nakış yetiyor yeni bir yolculuğa çıkmak için. Yaman Dede, henüz talebeyken Farsça hocasının tahtaya yazdığı şu beyitle dalıyor Mesnevî denizine;
“Bişnev in ney çün hikayed miküned / Ez cüdayiha şikâyet miküned”
Yaman Dede’yi uzaktan yahut yakından tanıyan kim varsa, ittifakla aynı sözü ediyor; “Yaman Dede; Mevlânâ sevgisiyle, Peygamber muhabbetiyle, Allah aşkıyla yanıyor. Mevlana’dan bir beyit okunsa dolukuyor, Peygamber’in adı anıldığında ağlıyor, Allah’ı andıkça göğsünden duman tütüyor.”
“İşte aziz bir elin kımıldattığı perdenin önündeyim. Hayatın ötesine bakan bir pencerenin perdesi, nurlar cümbüşü… Dayanılmaz bir güzellik… Bütün varlığı ateş haline getiren bir cemal… Perdenin arkasında bütün sezebildiğim bu. Gözyaşlarıma sonunda ruhsat verdi. Kapıyı açmayacak olsaydı bu izin gelmezdi. Her damla ondan gelen bir müjdeciydi.
Ona gönlümden şöyle seslendim: Kanı akıtılmayacak olan kurban hiç kapıya bırakılır mı? Boynum bükük, gözlerim yaşlı, inayetini bekliyorum. Mesafeleri aradan kaldır. Bastığın toprağı öpüp koklamak, soluğunun ıtrıyla tüten bu havayı bütün zerrelerime çekme zamanı gelmedi mi?” (Sy. 21)
Mevlânâ hazretlerinde fena bulan Yaman Dede, Resulullah aşkıyla yanarak; mübalağadan ziyade, kibir ve ucubdan uzak bir hal içinde taşıyor dervişlik hırkasını. Öyle ki o hırkayı değil hırka onu taşıyor. Taşıyor; çünkü yaşıyor. Yaşıyor; çünkü yanıyor. Yanıyor; çünkü yakacak nesnesi yok heva ve hevesinden başka.
“Güzel kızım,
Bugün ikindi namazı için Hırka-ı Şerif’e gittim. Çıkınca Kenan Rifai Sultan’a uğradım. Hazret o kadar büyük lütuflarda bulundu ki…
Israrıma dayanamadı, Hanedan-ı Ehl-i Beyt’i okudu. O’nun mübarek sadasından dinlemek apayrı bir şey.
Sonra bu fakir dedene buyurdu ki; ‘Eğer bu dünyada rahat ve bahtiyar olmak istiyorsanız ne kimseyi kırın ne de kimseden kırılın. Ayrıca hadiseleri istediğiniz gibi değil olduğu gibi kabul edin. Yapacağınız iş bütün gayretiyle kendinizi tanımaya çalışmaktır. Zira kendini bilen, Allah’ını bilmiş olur. İnsan kendini bilmedikçe; ister papaz, ister imam, ister âlim, kaşif, prens, ne olursa olsun, görünüşte insan, hakikatte hayvandır. Bu sırrı en çok zevk etmiş olan sizsiniz. Siz Hak aşkının timsalisiniz. Bize aşktan bir hediyesiniz…’
Güzel kızım, bunu yazarken utanıyorum ama ehlullahın böylesi ikramları bizim affımıza vesiledir.
İnşallah demeli…” (Sy. 196)
Bir Tarih Şahidi Olarak Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu
“Mademki kadere hükmedilmiyor, bizlere seyir kalıyor.”
21. asır müsaade etmiyor bu hali anlamamıza. Menkıbeleri, Yaman Dede gibi göğsü alev alev yanan şahsiyetleri okudukça masal deryasına dalıp iç geçiriyoruz yerli yersiz. Aklın üstüne çıkanları anlamaya yetmiyor aklımız. Zamanı ve mekânı bahane göstererek; “Ah ne mümkün bugün böylesi yaşamak, yanmak, aramak ve belki de bulmak?” diyoruz.
Yaman Dede’nin hayatını okudukça, ilk önce yaşadığı tarih aralığı çekti dikkatimi. 1887’de II. Abdulhamid’in taht döneminde doğup Osmanlı medreselerinde okumuş; Türkiye Cumhuriyeti’nde avukatlık, öğretmenlik yapmış ve 1962’de bir ihtilal gölgesinde hayatını kaybetmiş.
1897 yılında çıkan Osmanlı-Yunan Savaşı, II. Meşrutiyet’in İlanı, 31 Mart Vakası, I. Balkan Savaşı, Bab-ı Ali Baskını, I. Cihan Harbi, Çanakkale Savaşı, Mondros Mütarekesi, Sakarya Meydan Muharebesi, Büyük Taarruz, Saltanatın Kaldırılması, Cumhuriyet’in Kurulması ve daha sayısız mühim hadisenin yaşandığı; belki de Türk tarihinin en kritik dönemine tesadüf eden bir hayat; nasıl şikâyetsiz, hayıfsız ve kimseye darılmadan yaşanabilmiş? 21. asır müsaade etmese de yanmaya, aramaya ve bulmaya; Yaman Dede’nin hayatı da müsaade etmiyor, yaşadığımız çağı mazeret göstererek aşksız, hissiz ve zikirsiz yaşamaya.
Hâsılı; bizler meşgulüz. Tıpkı Yaman Dede gibi. Bizler dışarıyla, ötesiyle, dünle, bugünle ve bizi alakadar etmeyen bin türlü hadise ile meşgulüz. Hâlbuki sözün büyükleri daima kendi içiyle meşgul olmuş. Tıpkı Yaman Dede gibi.
Sevgili Okuyucu,
Yahya Kemal gibi; “Çok insan anlayamaz eski musikimizden / Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” mi demeli, yoksa Ziya Paşa gibi; İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” mi?
Biz yine esirgeyen ve bağışlayan yüce Allah’ın merhametine iltica ederek bitirelim Diyamandi kitabına referansla çıktığımız bu yaman gezintiyi;
“Yarın senin için yanan kalbimle Allah’a yalvaracağım. Sen de imanını yenile evladım. Amentüyü tekrar et, şehadet getir, istiğfar et. Allah’ın merhameti sonsuzdur. Her şeyi affeder. Bilirsin; Hz. Musa bir cehennemlik bir de cennetlik kulunu göstermesi için Allah’a niyaz etmiş. Cenab-ı Hak buyurmuş; ‘Sabah şehrin kapısından ilk çıkan kişi cehennemliktir. Akşam en son girecek kişi ise cennetlik.’ Sabah erkenden şehrin kapısına giden Hz. Musa, Allah’ın cehennemlik kulunu görmüş. Bir çocuğun elinden tutuyormuş. Çekip gitmişler. Akşam cennetlik kulu görmek için aynı yere gitmiş. Bakmış son gelen kişi aynı. Hayretle Allah’tan hikmetini sorunca şu cevabı almış; ‘Ya Musa, o benim cehennemlik kulumdu. Çocukla birlikte deniz kenarına gittiler. Çocuk denizden büyük ne var diye sorunca, adam da denizden büyük Allah’ın merhameti var dedi. Madem o benim merhametime bu kadar güveniyor, ben onu hiç mahrum eder miyim?’ Allah’ı o kadar sevelim ki O’nun kelamının her harfine kurban olma iştiyakıyla yanalım.”(Sy. 210)
Oğuzhan Âsım Güneş

