Tasavvufî Roman Mümkün mü? Mümkünse Nasıl?

Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın son yazısını Yunus Emre Özsaray yazdı: “Tasavvufî Roman Mümkün mü? Mümkünse Nasıl?”

***

Tasavvufî Düşünce ve Anlatılar

İslam ile müşerref olan topluluklarda eski adet ve inanışlar, İslam akidesi ve tevhid anlayışı ile taban tabana zıtsa kesin şekilde yasaklanmıştır. Hüküm böyle olsa da toplumsal değişim tedricen gerçekleştiği için bazı âdet ve inanışların terk edilmesi yüzyıllar sürmüştür ki her ne kadar bu âdetler bütünüyle terk edilmiş olsa da öyle veya böyle geride tortuların, izlerin kaldığı olmuştur. İslam mülkü genişlerken sûfiler fethedilen topraklarda insanların İslam ile karşılaşmasına, gönüllerinin İslam’a ısınmasına vesile olmuşlar, onların bazı alışkanlıklarını terk etmeleri konusunda da biraz daha müsamahalı davranmışlardı. Müsamaha deyince “Kolaylık göstermek, yumuşak davranmak, hatayı görmezlikten gelmek anlamındaki bu kelime, toplumsal yapıyı sarsıcı mahiyette olmayan hata ve kusurları hoş görmeyi ifade eder.[1]” Her ne olursa olsun asıl hedef, Kur’an ve sünnetle belirlenen ölçülerde İslam ahlâkıyla ahlâklanacak şekilde bütünlüklü bir zihniyet değişiminin gerçekleşmesidir.

Sadece gündelik alışkanlıkların, âdetlerin, inanışların değişiminde değil bunların tevarüs edilmesine aracılık eden anlatıların değişiminde de benzer durum söz konusu olmuştur. Eliade, kimi toplulukların bazı davranışları hangi sebeple devam ettirdiklerini araştırırken kutsal atalarımızın bize anlattığı hikâyelerden böyle öğrendik diye cevap verdiklerini söyler. Gündelik hayattaki uygulamaların kuşaklar boyunca devamlılığını sağlayan sebeplerden en önemlisi mitlerle ilişkili bu anlatılardır. Tevhidî ilke mitik olanın karşısında durur, ona meydan okur ve nihayetinde de mit ortadan kalkar. Ama başta da söylediğim gibi bazı kırıntıları kalır. Ne olarak kalır; masal olarak kalır, efsane olarak kalır, sembol olarak kalır motif olarak kalır.  Eliade, masallar için mitlerin kırıntılarıdır diyor mesela. Eliade’nin masalları mitlerin kırıntısı olarak ifade ettiğini öğrendiğimde hatrıma Nasreddin Hoca’nın meşhur, yeni ay çıkınca eski ayı uzatıp şimşek, kırpıp yıldız yaparlar fıkrası gelmişti. Yeni bilgi ile karşılaşınca önceki bilgi evreni bütünüyle ortadan kalkmıyor. Mitostan logosa geçilse dahi mitos öyle veya böyle varlığını az çok devam ettiriyor.

O halde hayatın değişmesi için anlatıların değişmesi gereklidir veya tersi: Hayat değişince hikâyeler de değişmeye başlar. Tabii burada da yine o tortular, izler meselesini düşünmek gerek, büyük anlatı unutulsa bile bazı izler, tortular, parçalar sonraki anlatılara intikal eder.

İslamiyet öncesinde toplumsal düzenin devamlılığını sağlayan anlatılardaki bazı temel meseleler ya dini bir hüviyet kazanarak yahut da İslam düşüncesi ekseninde tevil edilerek İslamî döneme aktarılmıştır. Dolayısıyla menakıbnâmelerde, İslamî dönem destanlarında ve dahi şiirde; bu eski âdet, töre ve uygulamalarla benzeşebilecek bazı hususlar/motifler/kullanımlar, izler gözlemlenebilir. Gözlemlenen bütün bu izlerin günlük hayatta da inanç karşılığı vardır diye düşünmemek gerekir. Bazen hayat hikâyenin önünden gider bazen de hikâye hayatı peşinden sürükler. İkisi de olağandır. Toplum bir yere evrilmişken, anlatı geriden gelebilir yani hayat değişmiştir lâkin anlatının değişmesi için henüz zaman vardır veya esasta sözlü kültürün ürünü olan anlatının yazıya geçirildiği dönem, muhit gibi kimi faktörler devreye girebilir.

Mânâ itibariyle İslam âkidesine ters düşmeyen bir takım anlatı motifleri, İslamî dönemden sonra da varlığını devam ettirmiştir ve dahi söylediğimiz sebeplere bağlı olarak kimi durumlarda akaid açısından sorun teşkil ettiği düşünülen bazı unsurların da varlığı ve nakli süregelmiştir. Bunun sebebi de alışkanlığın tedricen değişen bir hüviyeti olmasıdır ki bu anlatıların sözlü kültür ürünü olduğunu düşündüğümüzde toplulukların muhayyilesinde karşılığı bulunan hikâyelerin kısa sürede değişimi söz konusu olmaz. Bunun yanında ma’şeri muhayyile, İslamiyet öncesi bazı motiflere, dini bir hüviyet kazandırmak hususunda da mahirdir, dolayısıyla İslamiyet öncesi anlatılar, İslamî dönemde insanların idrâkinin İslamileşmesine bağlı olarak zaman içinde ya tamamen unutulmuş veya da destan halkalarının bir araya gelişi dâhilinde yeni dönemde İslamî hüviyet kazanarak varlığını devam ettirmiştir. Nasıl ki gündelik âdetlerde tasavvufun yaklaşımı müsamaha üzerine kurulmuşsa, bu anlatılar konusunda da benzer bir yaklaşımın var olduğu söylenebilir. Bazı anlatılara sirayet eden izler, önceden kalan tortular, anlatı parçaları, bütünün aktardığı hikmete, ahlakî değere halel getirmedikçe müsamaha ile karşılanmıştır.

Bu yüzden anlatının İslamileşerek varlığını devam ettirmesinde tasavvufi düşüncenin etkisinin olduğu söylenebilir. Tasavvufi düşüncenin her türlü insanî durumda ve dahi ferdin idrâkinde de tekâmülü esas alması, bu tekâmül sürecinde halden hale geçişle varlığın idrâkine dair alanı genişletmesi, genişleyen idrakin,  zahirde şeriata muhalif görünen bazı tortuları tevil ile anlamlandırması, tasavvufun bu anlatıların devamlılığına katkısı olarak düşünülebilir. Dolayısıyla İslamî edebiyatın moderniteye kadar devam eden sürecinde tasavvufî düşünce, idraki aşan kimi anlatıların veya şiirdeki şathiye gibi kullanımların böylece varlığını devam ettirmesine müsamaha göstermiş, tevhid ilkesi ile açıkça çelişmedikçe anlatılarda bir sakınca görmemiştir. Her ne olursa olsun bu anlatılarda açıkça aykırı görülecek bir durum söz konusu değilse, idrâki aşan hususların varlığını devam ettirmesinden bazı pratik faydalar da umulmuştur. En temelden bakılacak olursa cihad ve gaza ruhu, şecaat, fütüvvet gibi bazı değerlerin aktarılmış olması sayılabilecek faydalardan birkaçıdır. Köprülü’nün aktardığı üzere Naima gibi bazı tarihçiler de “Gazavat ve cihad esnalarında hurub-ı eslâfa müteallik menâkıb naklolunmak ve şirin-zeban kıssahânlar, nasın cemiyyetgahlarında Şehname vesair hikayat-ı meşhûre söylemek, yalan eğer gerçek, muharrik-i ırk-ı şecaattir demişler, tarafsızca mütaleası ile bunların hizmet ve kıymetini itiraftan çekinmemişlerdir.”

Böylesi efsane, destan kabilinden anlatıların carî olmasında menfi bir yan olmadıkça anlatana da dinleyene de pek karışıldığı söylenemez. Ne var ki ulemâ esas itibariyle böyle anlatılara mesafeli durmuş, önem atfetmemiş, yeri geldiğinde de böylesi anlatıları malayani, boş lakırdı mahiyetinde sözler sınıfına sokmuştur. Köprülü, yeniçeri ocağında ve halk kahvelerinde asırlarca okunan Hamzanâme gibi anlatılara, kıssalara, menkıbelere ulemânın eskiden beri mesafeli olduğunu söyler. Biz bu mesafenin sebebini İhyâü Ulûmi’d-Dîn’e baktığımızda görürüz. İhyâ’nın, Rub’ul İbâdat bölümünün “Mânâları Değiştirilen İlimler” bâbında bu konuya genişçe yer verilir ve İbni Ömer (r.a), Sufyan-ı Sevri, Ahmed Bin Hanbel’den kıssa ve hikâyelerin bid’at olduğuna dair rivayetler aktarılır.  İmam-ı Gazzâli Hazretleri netice olarak hikâye anlatımı hususunda şu hükmü verir:

“Kıssacı doğruyu söyler ve kıssaları din ile alâkalı, Peygamberlere ait kıssalardan olursa bu gibi kıssaları anlatmakta beis yoktur. Hikâyeci yalandan, bâzı büyüklerin zelle ve ihmalini andıran, avâmın mâhiyetini kavrayamayacağı hikâyelerden son derece çekinmelidir. Çünkü avâm tabakası bu gibi hikâyelerden cesâret alarak “Ne yapalım, ben kusurlu isem benden çok büyük olan şu zatlar, bu şeyhler de şöyle böyle hatalar işlemiştir. Binâenaleyh hepimiz kusurluyuz” demekle kendisini mazur göstermeğe çalışır ve bu gibi hikâyeler onları isyana teşvik eder. Şu iki mahzurdan, yâni yalandan ve anlaşılması güç olan hikâyelerden kaçınmak şartiyle hikâye anlatmakta beis yoktur.”

İmam Gazzâli Hazretlerinin hükmünün izleri Ebussuud Efendi’nin Sarı Saltuk’a dair fetvasında da karşımıza çıkar. Sarı Saltuk’un kabrini ziyaret eden Kanunî Sultan Süleyman, onun inancıyla alakalı Ebussuud Efendi’den fetva istediğinde Ebussuud Efendi fetvasında “Riyazet ile kadid bir keşiştir” ifadesini kullanmıştır.[2] Ebussuud Efendi’nin fetvası ulemânın böylesi anlatı kahramanlarına bakış hususunda bir kanaat verebilecek olması yönüyle önemli olsa da Şeyhülislam Kemalpaşazade,  Sarı Saltuk’u Mohaçnâme’de kemal sahibi bir evliyaullah olarak tanımlar. Kemalpaşazade ile Ebussuud Efendi’nin yorum farkları arasındaki sebep herhalde tasavvufla aralarındaki mesafe farklılığından kaynaklanıyor olsa gerektir. Ebussuud Efendi, Veli Kaya’nın hazırladığı yüksek lisans tezinde de belirttiği üzere esasında tasavvuf anlayışına bir karşıtlığı olmasa da kimi uygulamaları aşırılık olarak görmüştür.[3]  Kemalpaşazade ise Risâletü Vahdeti’l-Vücûd isimli bir eser yazacak kadar tasavvufla içli dışlıdır ve Mustafa Salim Güven’in Hüseyin Vassaf’tan aktardığı bilgiye göre İbrahim Gülşeni hazretlerine intisaplıdır.[4] İbn Battûta Seyahatnâme’sinde yöre halkının inançlarına göre Baba Saltuk’u olağanüstü güçlere sahip keramet sahibi biri olarak tanımlar fakat aynı zamanda Sarı Saltuk’la ilgili anlatılanların şeriatla bağdaşmadığını da belirtir.[5]

19. asır ricalinden Süleyman Faik Efendi, meşhur mecmuasında “Hamzanâme ve Anternâme deyu maruf ve meşhur efsane-i kazibeye mübtela olanlardan Hak Teala kurtarsın (…)” der ve Hamzanâme’den “Bakalım, şu Hamzanâme ne imiş deyu mürekkep yalamış ukalâdan biri bir kerre dinlese, ne olduğunu anlayıp terk eder.” şeklinde küçültücü ifadelerle bahseder. Ona göre Hamzanâme, “onbeş cilt kadar, evvel ve ahiri yok ve sebeb-i te’lifi ve müellifi ve zaman-ı te’lifi na-ma’lûm birtakım efsane-i kazibedir. Hamzanâme’nin zaman-ı te’lifi ve müellifi ve ne maslahat için yapıldığı na-ma’lum ve tahkiki emrine şimdiye dek kimse sarf-ı zihin etmeyip, dinleyen ve gören ukala, birtakım yalan diyerek geçip aslını aramadıkları emr-i gayr-ı mevhumdur. Elhamdüli’llah kavm-i mülganın -yani Yeniçeri Ocağı’nın- izmihlalinden sonra kahvelerde söylenmez oldu.” diyerek meseleyi kapatır.

Süleyman Faik Efendi’nin 19. asırda Hamzâname’ye böylesi zaviyeden yaklaşıyor olmasıyla, Osmanlı ulemâsının böylesi anlatılara mesafeli olması arasında bir fark olsa gerektir. Birincisinde böylesi anlatıların zararı olmasa dahi pek de faydalı olmadığı şeklinde bir tavır söz konusuyken Süleyman Faik Efendi’nin Mecmûa’da vurguladığı ayrım noktası “mürekkep yalamış ukalâdan biri bir kerre dinlese, ne olduğunu anlayıp terk eder,” ifadesindeki mürekkep yalamış ukalâ ibaresidir. Bu ibarede Osmanlı zihniyet yapısının teşekkülünde tasavvufî düşünceden modern akla doğru henüz bir kıvılcım mesabesinde de olsa değişimin izleri hissedilebilir. Eğer ki Hamzanâme gibi bazı destanlar, ulemanın nazarında bir kıymeti yoksa dahi halk arasında câri olarak anlatılmaya devam ediyor ise bunun sebebini tasavvufi neşvenin halk arasında belirleyici olmasında arayabiliriz.

Tasavvuf, modernite öncesinde anlatı sınırlarını genişleten, insanların idrâkini bu sınırlarla kesiştiren, sınırlarda olan kimi anlatılara daha müsamahalı yaklaşan bir bakış açısı sunmuştur. Ne var ki modernite ve beraberinde rasyonalite, böylesi sınırlardan bir geri çekilmeyi, muhayyilenin sınırlarını insan aklının sınırları dâhilinde değerlendirmeyi esas almıştır dolayısıyla, geçmiş anlatılar hususunda biraz abartıyla söyleyecek olursak neredeyse seküler bir Kadızade hareketidir bile diyebiliriz. İlk modern roman örneği sayılan Don Kişot’un şövalye romanslarının yakıldığı sahneyi hatrımıza getirelim ki bu sahne bir yönüyle de rasyonelliğe davettir:

“Şövalyemiz hâlâ uyuyordu. Rahip yeğeninden, olayın sorumlusu olan kitapların bulunduğu odanın anahtarını istedi, o da memnuniyetle verdi. Hepsi birlikte, kâhya kadın da aralarında olmak üzere, içeri girdiler ve irili ufaklı, gayet güzel ciltlenmiş, yüzden fazla kitap buldular… Şövalyelik kitaplarını okuyarak daha fazla yorulmak istemeyen rahip, kâhya kadına bütün büyük kitapları alıp avluya götürmesini söyledi. Kâhya kadın da zaten dünden razıydı, kitapları yakmaya can atıyordu, ne lazımsa yapacaktı…/…Rahip artık kitaplara bakmaktan sıkılarak, ötekilerin hepsinin ayrım yapılmadan yakılmasını emretti. (…) “O gece kâhya kadın avluda ve bütün evde ne kadar kitap varsa hepsini yakıp kül etti.”

Moderniteyle birlikte anlatılar olsun, mazmunlar sistemi olsun rasyonalitenin sınırlarına çekilecek, idrâki güç bazı muhayyilevi meseleler çocuk masalı gibi düşünülecek ve pek başarıya ulaşılamamış olsa da şiirde dahi mazmunlar sistemine bütün bütün savaş açılacaktır. Romanlar, modern mitlerdir, romanı inşâ eden akıl da aydınlanma düşüncesinin kurguladığı akıldır. Burjuvazinin yükselişi, sınıf mücadelesi karşısında bireyin durumu anlatılır romanlarda, olağanüstülüklere pek yer yoktur, insan aklının “olağanüstüden” “olağana” dönüşme macerasıdır. Auerbach’ın Mimesis’te ortaya koyduğu tabloya bakarsak, Batı aklının aşama aşama sekülerleştiği, figüra olarak ifade ettiği kavram ekseninde düşünürsek de figura’nın artık bir işçinin sınıf mücadelesinde tecelli ettiği bir sürecin ürünüdür romanlar. Daha ötesi figura, Proust, Virginia Woolf gibi yazarların elinde bireyin bilinçaltının temsili haline gelecektir. Peki bu durumda romanla karşılaşan Müslüman, bu romanlarda neyi temsil edecektir. Varlığa hikmet nazarıyla bakan, onda ilahi hikmetin sırlarını görmek isteyen tasavvufun böyle bir temsilde yeri var mıdır? Varsa nasıl olacaktır… Elbette bu sorular, bugünden sorduğumuz, dönem yazarının ise pek de kaygısını taşımadığı temel meselelerdir. Yazının ilerleyen bölümünde tasavvufî romanın bir numunesi olarak değerlendireceğimiz Su Üstüne Yazı Yazmak isimli eserde lavabonun tıkanmasını Muhyiddin Şekur, ilahi hikmetin bir işareti olarak görürken, ilk elden modern roman yazarı söz gelimi buradan Maksim Gorki, Rus işçi sınıfının fakir yaşantısına ve değişmeyen kaderine dair bir çıkarım yapıp sunar veya Albert Camus, Sartre gibi yazarlar bu tıkanıklıkta tükenişin, bunaltının izlerini görürdü… O halde tasavvufun insana ve kâinata bakışı modern romanda nasıl tezahür etti, edebildi mi gibi diye sorulabilir…

Roman ve Tasavvuf

Yeni bir sahne kuruluyor, yeni devletin zihniyet yapısının teşekkülünde rasyonalite tedrici de olsa etkisini göstermeye başlıyor. Weber’in bürokratikleşme olarak ifade ettiği safhalar belirginleşiyor ve yine Weber’den mülhem söylersek dünyanın büyüsü bozuluyor. Yeni bir büyülenme ama bu defa aydınlanma düşüncesi ekseninde tezahür edecek. Süleyman Faik Efendi, Mecmuâ’sında “Bakalım, şu Hamzanâme ne imiş deyu mürekkep yalamış ukaladan biri bir kerre dinlese, ne olduğunu anlayıp terk eder.” dediği üzre artık klasik anlatıların ve bu anlatıların sembollerden dünyasının da terk edilmeye başladığı bir dönemin ilk perdesi. Bu perdenin de yeni bir anlatısı var ki roman namıyla Batı edebiyatında önemli örnekleri çoktan verilmiş ve lâkin Osmanlı tefekkür tecrübesi bununla ancak 19. yy’da karşılaşacak. Daha sonra da telif romanların yazılma evresine geçilecek. Elbette bu yeni dönemin zihniyetinin teşekkülü modernite ekseninde olduğu için anlatı yapısını belirleyen de modernite olacak… İnsanoğlu girdiği mana atmosferinin etkisinde yeniden yazmaya/anlatmaya devam ediyor. Nasıl ki İslam öncesindeki anlatılar, semboller, anlatı parçaları, İslamiyet sonrasında tasavvufî nazarla yeniden biçimlendirilerek İslamileşmişse, modernite de anlatının bu biçimlendirmesi devam ediyor fakat aksi yönde… Modern edebiyatta başından beri tasavvufî hüviyeti olan anlatıların ya toptan reddini yani bunların inanılması imkânsız akılla uyuşmayan olağanüstülükler barındıran masallar gibi olduğu ya istihza ile gülünçleştirildiklerini yahut da daha ileri boyuta geçilerek modernite eksenli bir hüviyete dönüştürüldüklerini görüyoruz.

Lâkin henüz işler bu noktaya gelmemişken, biraz geriye gidersek, modern romana geçişte bir yerli bir eşik olabilecekken, bir kenara bırakılmış bir eserle karşılaşırız ki bu Aziz Efendi’nin Muhayyelât’ıdır. Bu eseri de mesela modern edebiyat değerlendirmelerinde her ne kadar modern anlatının temeline yerleştirseler de “olağanüstülükler barındıran” ifadesiyle tahfif edildiğini de görürüz. Muhayyelât, bir yeniden yazım mahsulü olarak zaten var olan Binbir Gece, Ferec Bade’ş Şidde gibi anlatıları tasavvufî bir mânâ bütünlüğü oluşturacak şekilde yeni bir forma kavuşturuyor. Söz gelimi Muhayyelât’ta Aziz Efendi Binbir Gece Masalları’ndaki Kamer’üz Zaman ile Sitt Budur’un hikâyesini yeniden yazmıştır. Fakat bu yeniden yazımda ne Kamer’üz Zaman’ın Sitt Budur’a kavuşmak için haremağasına yaptığı aşırılıkları ne de müstehcen içerikleri görürüz. Aziz Efendi hikâyenin ana omurgasını alarak kullanmış, müstehcen teferruatlardan hikâyeyi arındırmış ve sonra hikâyede anlatmayı murad ettiği tasavvufi remze uygun şekilde hikâyenin devamlılığını sağlayacak bir unsur olarak sonuca Vezir’in, iki kardeşin başka diyarlara gitmesi için fitne çıkarması ayrıntısını eklemiştir. Böylece yazarın maksadı, kurgunun değişmesi ile mümkün hale gelmiştir.

Muhayyelât orada bir ilk örnek olarak dururken modernite sonrasında anlatının zihniyet dünyasında büyük bir kırılma yaşanacak, yeni bir anlatı kurulurken burada Batı tipi yaşam tarzına uyum sağlanıp sağlanamayacağı temel gerilim hattını oluşturacaktır yani her anlatıcı Batılılaşma konusunda hemfikirdir de bunun nasıl doğru olacağı veya yanlış olacağı hususuna tartışma odaklanır. Tasavvuf ve anlatı ilişkisinde ise derin bir kırılma yaşanır. Neler mi olur?

Tasavvufi düşünce tekkeden topluma yayılan, gündelik hayatı şekillendiren, alışverişi belirleyen, aile kurma geleneklerine kadar tesir eden bir anlayışken ve dahi edebiyatın zihniyet dünyasında da belirleyiciyken, modernite sonrasında tedricen tekkenin sınırlarına hapsedilen bir anlayışa dönüşür. Toplum veya bireyin hayatının yansıması olan romanlar, modernite eksenindeki bir anlayışla kurgulanır, yazarın hayatına tasavvufî düşünce tesir etmedikçe de anlatıya sirayeti söz konusu olmaz.

Meşrutiyet döneminde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Âmâk-ı Hayal’inde Raci ile Aynalı Baba’nın karşılaşması ve Raci’nin âlemler arası seyri tasavvufun izlerini yansıtıyor olsa da öyle bütünüyle tasavvufi anlayışın tesiriyle yazılmış anlatılara pek rastlanmaz. Tasavvuf eğer ki romana, anlatıya girmişse de artık ya bir dış gözlemci tarafından müşahede edilen lâkin müdrik olunamayan bazı pratikler veya da bir mutasavvıfın hayatının tarihsel anlatısı olarak girmiştir. Bu bağlamda tasavvuf ve roman ilişkisi dediğimizde tasavvufî romanlar ve konusunu tasavvuftan alan romanlar şeklinde bir tasnif de yapmak gerekir. Tasavvufî romandan kastım, doğrudan bir tekke, derviş, şeyh-mürit ilişkisini yansıtmıyor olsa da her yönüyle tasavvufi duyarlığın hissedildiği, yolculuğun, insanın bu yolculuktaki hallerinin, insanca duyarlıklarının yani bütünüyle insani durumların bir sûfi tecrübesiyle yaşandığı ve bu yaşantının aksettirildiği, müellifinin de bir sûfi olduğu romanlardır. Böylesi örnekler pek fazla değildir lâkin Abdulkadir Es-Sufî’nin Gariplerin Kitabı, Muhyiddin Şekur’un Su Üstüne Yazı Yazmak, Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam, Kuyu ve Mustafa Kutlu’nun Sır isimli romanı her biri farklı nitelikleri haiz de olsalar böylesi bir tecrübenin ürünü olarak değerlendirilebilir. Konusunu tasavvuftan alan romanlar ise genellikle tarihin bir döneminde yaşamış bir mutasavvıfın hayatını anlatırlar ki tasavvuf ve roman dediğimizde genelde karşılaştığımız bu tip eserlerdir. Bu tip eserlerde tasavvufi kolların herhangi birinin bütün pratiklerine dair malumat da verilmiş olsa bu eserleri tasavvufî roman sınıflaması içinde değerlendiremeyiz. Bu bağlamda Emine Işınsu’nun Bukağı, Bir Ben Vardır Benden İçeri, İskender Pala’nın Od, Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında ve son dönemde Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi gibi romanları sayılabilir. Tasavvuf konulu romanlar, şimdiki zamandan düne bakarak, modernitenin nazarından tekke-derviş, seyr u sulûk gibi hususları anlamlandırma gayretiyle malûl ve anakronizme düşme tehlikesiyle karşı karşıya iken,  tasavvufî romanlar modernitenin krizini bir dervişin gözüyle yorumlamaya çalışır ki bunu Su Üstüne Yazı Yazmak romanında, Gül Yetiştiren Adam’da ve Kuyu’da gözlemleyebiliriz. Tasavvufî bir roman/hikâye, müellifin dünyaya dervişçe bir nazarla baktığı romanlardır, böylesi romanlarda hiç tekke, derviş, evrâd-ı ezkâr gibi ifadeler geçmese ve dahi meseleler modernitenin mekânlarında cereyan etse, anlatı biçimleriyle modernist bir anlatı kullanılsa da böylesi anlatılar tasavvufî sınıflaması içine girer ki bu anlatıların müellifleri de genelde sufidir. Tasavvuf konulu romanlarsa hepsi olmamakla birlikte, her ne kadar tekkeler, dervişlerin hayatı gibi bazı hususları anlatıyor dahi olsa tasavvufî olmaktan uzak ve hatta bir müsteşrik bakışıyla kurgulanmış olabilir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında neyin tasavvufî olduğu neyin olmadığı hususu belki biraz daha netleşmiş olacaktır.

Buradaki çıkış noktamız da biraz şöyle bir durum oluyor. İlk dönem anlatılarından yazının başından bahsetmeye çalıştık. Bu anlatılarda İslamiyet öncesindeki bazı uygulamaların, tasavvufî bir nazarla değerlendirilerek, menkıbe, destan, kıssa şeklinde yeni döneme aktarıldığını, bu aktarılışta da bazı idrâki aşan durumların eğer ki kesin bir ihlal yoksa, kendi sınırlarında varlığını devam ettirmesine müsaade edildiğini söylemiştik. Bu anlatıların İslamileşmesi, maşeri muhayyilenin İslamiyet öncesindeki anlatılara dervişane bir nazarla bakabilmesiydi. O anlatılardaki kimi İslam öncesi unsurlar, dervişane nazarla İslamîleşerek yoluna devam etti. Öyle veya böyle bu anlatıların temel meselesi neydi, tasavvufî anlayışın oluşturduğu zihniyet dünyasının toplum sathında kökleşmesinin sağlanmasıydı. Anlatılar böylesi bir amaca hizmet ediyorsa ancak münasiptir denildi değilse doğrudan yasaklanmasa bile pek de matah görülmedi.

Bugün de yaşadığımız çağa tekrardan dervişane bir nazarla bakıldığında, anlatıların konusu modernitenin mekânlarında geçse dahi dönüşerek tasavvufi bir forma kavuşacağı söylenebilir. Bu yüzden Muhyiddin Şekur’un Su Üstüne Yazı Yazmak kitabı böylesi bir hüviyeti olan romana örnektir kanaatimce. Şekur’un eserinde lavabonun tıkanması, yaralı kuş, fırtına ve arabanın bozuluşu gibi modern hayatın tam da ortasındaki bazı arızalar, bir dervişin nazarıyla yorumlanan uyarıcı işaretlere dönüşür. Dolayısıyla tasavvufî roman, kâinata bir dervişin gözüyle bakabilen ve tüm gördüklerini ilahî yolculuğun işaretleri olarak yorumlayanların ortaya koyduğu romanlardır diyebiliriz. Roman tasavvufî değilse, bırakalım kalbe halavet vermeyi, ona ağır dahi gelebilir. Bugün konusunu tasavvuftan alan kimi romanların tekkeleri yorumlayışı, dervişlerin hayatını ele alışı öyle bir noktadadır ki herhalde bunların da bir amaca hizmet etmeyen boş lakırdıdan ibaret kaldıklarını söylesek abartmış olmayız. Böylesi hikâyeler; İmam Gazzâli hazretlerinin “Hikâyeci yalandan, bazı büyüklerin zelle ve ihmalini andıran, avâmın mâhiyetini kavrayamayacağı hikâyelerden son derece çekinmelidir. Çünkü avâm tabakası bu gibi hikâyelerden cesâret alarak ‘Ne yapalım, ben kusurlu isem benden çok büyük olan şu zatlar, bu şeyhler de şöyle böyle hatalar işlemiştir.’” hükmü icabınca şeyhlerin, dervişlerin hayatını zelle ve ihmalle ilişkili mi anlatıyor yoksa hakikat nazarıyla mı meseleye bakıyor. Böylesi anlatılar tasavvufu konu alıyor olmakla birlikte her daim bu gibi riskleri barındırırlar, okuyan, tasavvufu şeriattan ayrı spritüel bir deneyim, biraz tütsü, buhurdanlık, yumuşatılmış birkaç kelâm gibi görürse bunun pek de tasavvufla ilgili bir anlatı olduğunu söyleyemeyiz.  Pekâlâ iyi bir anlatı olabilir, okuyanı da zevk alır lâkin konunun pek de tasavvufi nazarla ilişkili olduğu söylenemez. Diğer taraftan tıpkı Muhyiddin Şekur’un Su Üstüne Yazı Yazmak’ı, Abdulkadir Es Sûfi’nin Gariplerin Kitabı gibi anlatılar da vardır ki bir dervişin seyr-u sulûkunun izlerini verir. Hülasa, konusunu tasavvuftan alan roman çok, tasavvufî roman neredeyse hiç yok… Bir adım ötesi, bazı yazarlar, romancılar var ki kendileri dahi farkında değiller tasavvufî bir roman yazdıklarının ama pek çok tasavvuf konulu romandan çok daha fazla tasavvufun dünyaya bakışıyla yakınlık taşıyor anlatıları… İsimleri mi? Tartışma açmaya gerek yok ama her okurun heybesinde eminim ki “evet şu roman tam da böyle” diyeceği bir isim vardır diyelim…

Yunus Emre Özsaray

 


Kaynakça

[1] Müsamaha için bkz: Mustafa Çağrıcı, İslam Ansiklopedisi C. 32. s.71
[2] https://turkdunyasiansiklopedisi.gov.tr/detay/1669/Sar%C4%B1-Saltuk
[3] Veli Kaya, Ebussu’ud Efendi’nin Tasavvufa ve Sufilere Bakışı, Yayınlanmamış YL Tezi, Harran Üniversitesi, 2010, s.70
[4] Mustafa Salim Güven, Kemalpaşazade ve Tasavvuf, Kemalpaşazade’nin Felsefe Edebiyat ve Dini İlimlerdeki Yeri, Ed. Murat Demirkol, Fecr Yay. 2022, s.243
[5] Ramazan Biçer, Sarı Saltuk, Türk Dünyası Ansiklopedisi Erişim: https://turkdunyasiansiklopedisi.gov.tr/detay/1669/Sarı-Saltuk

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir