Künye: Bir Dinozorun Anıları, Mîna Urgan, YKY, 107. Baskı: İstanbul, Şubat 2025.
***
* Gençliği bir mutluluk dönemi sanmak yanılgısına düşenler, ihtiyarlığı da, acıklı, hatta biraz ayıp bir dönem sayıyorlar. “Artık ben ihtiyarladım” deyince, “hayır ihtiyarlamadınız, sadece yaşlandınız” diyorlar. Sanki yaşlanmakla ihtiyarlamak aynı anlama gelmiyormuş gibi, “ihtiyarlamak” hafifçe müstehcen bir sözcükmüş gibi. Bir de “sizi çok iyi gördüm” lafı var. Benden genç olanlar, benimle karşılaşır karşılaşmaz, “sizi çok iyi gördüm” diyorlar selam yerine. Bunu otomatik olarak söylerken, iyiniyetliler, “vah zavallı’ Amma da çökmüş!” diye düşünüyorlar. Kötü niyetliler de, “bu moruk da hala ayakta kaldı.” diyorlar içlerinden. (Sayfa 12)
* Boyuna “şu yapılmalı, bu yapılmalı” diyorsun, boyuna ders veriyorsun. “Amma da didaktik bir kocakarısın” diyerek beni eleştireceksiniz. Hakkınız var, öyleyimdir. Deformation professionelle denilen bir olay var, yani meslekten kaynaklanan düşünce ve davranış bozuklukları. Siz de benim gibi kırk yıl öğretmenlik yapsaydınız, siz de didaktik olurdunuz. İhtiyarlar, kendilerine bir uğraş bulmazlarsa, “ah! vah! bu hallere mi düşecektim ben!” diye kendilerine acımaya başlarlarsa, işin sonu felakettir. Çünkü yalnız yaşlıyken değil, gençken de kendilerine acımak, bir insanın kendi benliğine karşı işleyebileceği suçların en yıkıcısıdır. (Sayfa 85)
* Ömrüm boyunca burjuvalara atıp tuttum; yerin dibine batırdım onları. Ne var ki, burjuva bir aileden gelmenin yaralarını yadsıyacak durumda değilim. Aldığım eğitim de burjuva kökenlerim sayesinde, şimdi oturduğum Mühürdar’daki deniz manzaralı daire de. Vaktiyle babamın babası, halama düğün armağanı olarak bir ev vermiş. Halam çocuksuz ölünce, bir daire amcama, bir dairesi bana verilmek üzere, o ev apartman haline getirilirken, tesadüfen o sırada yoldan geçen Aziz Nesin deniz manzaralı yeni yapılan apartmana bakmış bakmış, “kim bilir hangi talihli pezevenk burada oturacak” demiş kendi kendine. Orada benim oturduğumu öğrenince, “Demek o talihli pezevenk senmişsin!” diye çok sevinmişti. (Sayfa 89)
* Şimdi şu Urgan soyadını bana kimin önerdiğini söyleyince, küçük bir şok geçireceksiniz: Necip Fazıl Kısakürek! Evet, iyi bir şair ve yetenekli bir oyun yazarı olarak bildiğiniz, henüz dinciliğe soyunmamış olan, bizim arkadaş grubundan Necip Fazıl Kısakürek! “Çalışkan”, “Erdemli”, “Ulugönüllü” gibi manevi anlamlar taşıyan bir soyadı değil, içinde çok sevdiğim U harfi bulunan bir nesne adı istiyordum. Necip Fazıl, “Urgan’ı seç” dedi. “Urgan da ne demek?” diye sorduğumda, Anadolu’da ip anlamına geldiğini açıkladı ve kahkahalar atarak, “solculuğundan ötürü günün birinde nasıl olsa asılacağın için, bu soyadı sana ayrıca uygun” diye ekledi. (Sayfa 97)
* Ailemin sürekli satılan malından mülkünden kala kala ancak iki ev kalmıştı. Büyükada’da maden yokuşuna çıkınca, birbirinin tıpkı eşi olan çifte konaklar. Çok geçmeden onlar da satıldı. Yani ben ancak on beş yaşına kadar zengin piçi olmanın ayıbını yaşadım. Annemin bütün parasını yemesinden de son derece hoşnutum. Helal olsun! Çünkü o servet tükenmeseydi ben, ben olmazdım. Çok okuduğum için, annemin deyişiyle, Boticelli adını duyunca, bunu yeni bir çikolata markası sanan karacahil sosyete hanımlarının haline düşmezdim herhalde. (Sayfa 107)
* (…) ben orta yaşlı bir kadınken Şefika, volkanik patlamalarının birinde, hayatını mahvetmekle suçladı beni: Benim yüzümden Falih Rıfkı ile evlenmiş, hayatı mahvolmuş. Evlenmesinin tek nedeni benim Falih Rıfkı’ya düşkünlüğümmüş. Ben bu adama o kadar düşkün olmasaymışım, annem de ya hiç evlenmeyecek, ya da başkasıyla evlenecek, hayatı da mahvolmayacakmış. Dört yaşında bir çocuğun, annesini belirli bir adamla evlenmeye nasıl zorlayabileceğini hiç anlayamamıştım. Ama Şefika denilen yanardağının patladığı günlerden biri olduğu için, susmaktan başka çarem yoktu. (Sayfa 109)
* (…) Edebiyat Fakültesi’nde asistan olduğum sırada, Falih Rıfkı, Anadolu Ajansında bana bir iş önerdi. Fransızca ve İngilizce çevirmenliği yapacak, Fakülteden aldığım maaşın en az dört kat fazlasını kazanacaktım. Çok sıkıntıda olduğumuz için, hemen kabul ettim. Eve dönüp durumu anneme bildirince, Şefika kıyametleri kopararak dedi ki: “Bu bir kariyer değildir. Bir meslek bile sayılmaz. Yarın öbür gün daha pistonlusu gelir, seni o işten atıverirler. Üniversitede kalacaksın. Dişimizi sıkar, idare ederiz.”
Aslan Şefika’nın bu direnci sayesinde mesleğime devam edebildim; profesör oldum sırası gelince. 1960’ta profesörlük utanılacak bir unvan değildi henüz. Şimdiyse, biraz öyle oldu. Birçok namuslu profesörün yanı sıra, başka politikacılar olmak üzere yığınla da namussuzu var. O kadar ki, ben, bilmeyen birine “Profesör” diye tanıtılınca, ezilip büzülüyorum. “Ama ben namussuz değilim” demek geliyor içimden. (Sayfa 111)
* Kadının nafaka hakkı öyle kutsal sayılıyor ki, yargıçlar bu haktan yararlanmak istemeyen kadınlara kuşkuyla bakıyorlar. Kendim boşanırken bunu anlamıştım: Avukatım Mehmet-Ali Aybar nafaka davası açmayacağımızı bildirmiş. Yargıç, “nasıl olur? İki çocuk var, biri dört biri dokuz yaşında?” demiş. Mehmet-Ali de, nafaka talep etmenin müvekkilinin ilkelerine aykırı olduğunu açıklamış. Bunun üzerine yargıç “bakın ne aslan kadın! Çocuklarının geçimini kendi sağlayacak” diye düşünerek beni beğeneceğine, avukata kötü kötü bakmış, dudak bükmüş, “ha, anladım, o da sizin gibi” demiş. Yani o da sizin gibi komünist demek istemiş. (Sayfa 124)
* Parnasse şairlerinden ötürü, Yahya Kemal ile de küçük bir olay oldu: Yeni yazdığı bir şiiri sofrada okuyordu. “İlaheleri tunç, kahramanı mermerden” gibi, şimdi tam anımsayamadığım bir dize okuyunca, o sırada on iki yaşında olan ben, akıllara sığmaz bir ükelâlıkla lafa karıştım. “Ama siz bunu Jose-Maria de Heredia’dan almışsınız” dedim. “Les deesses de marbre et les heroes d’airain”. “Ancak ilaheleri mermerden yapacağınıza tunçtan yapmışsınız” diye açıkladım. Yahya Kemal hafif bozulur gibi oldu. Annem, “terbiyesiz, kalk sofradan!” diye bağırdı. Ben kalkıp kapıya doğru giderken, çok keyiflenen Falih Rıfkı, “Mina’cığım, neydi o mısra, bir daha söyle” dedi. Ben de kapıda durdum, konuklara dönüp, Heredia’nın dizesini yüksek sesle bir defa daha söyledim. Şimdi hiçbir şaire herkesin önünde böyle bir şey yapmam. Ama “acayiplik” dönemimde yapmayacağım şey yoktu. (Sayfa 147)
* Troçki Büyükada’da, Nizam caddesinde, bahçesi denize kadar inen bir konakta otururdu. Sokaklarda hiç gezmezdi; ama neredeyse her gün sandalla balığa çıkardı. Günün birinde, açıklarda yüzerken, bir de baktım Troçki’nin sandalı. Başında ve kıçında elleri tabancalı iki Rus korumacısı oturduğu için, bu sandalı uzaktan görsek de tanırdık. Ortada da, kürek çeken Rum balıkçıyla, elinde oltası Troçki otururdu. Hemen sandala doğru yüzdüm, kenarına tutundum ve Troçki ile neredeyse burun buruna geldik. Korumacılardan biri “git, git” dedi. (Rus şivesiyle “get, get” demişti aslında.) Ben, yorgunluğumu bahane ederek, sandalın kenarına biraz daha tutunmak, Troçki’ye biraz daha bakmak istiyordum. Ama korumacı, tabancanın kabzasıyla parmaklarıma vuracakmış gibi, silahı havaya kaldırınca, ellerimi çektim. Demek ki, bir suikastten öyle korkuyorlardı ki, denizde, dolayısıyla silahsız, bir kız çocuğundan bile kuşkulanıyorlar, onu bile yaklaştırmıyorlardı Troçki’nin yanına. (…) Benim onu öldürmeyeceğim besbelliydi. Ama yıllar sonra, Meksika’da, eve aile dostu olarak rahatça girip çıkan Ramon Mercedes ya da o adı kullanan bir katil, kolayca öldürdü Troçki’yi. Hem de bir buz kırma aletiyle, başına vura vura. (Sayfa 156)
* Hocalarımız, Türkiye’ye sığınmadan önce çektiklerinden hiç söz etmezlerdi. Ancak bir tek kez, Profesör Eric Auerbach, ona ısrarla bazı sorular sormamıza karşılık, şöyle dedi: “Günün birinde, bir Çerkez büyükannen olduğu için senin Türk olmadığını söylerlerse, sen ne hale düşersin? İşte bana bunu söylediler. Büyükannelerimden biri Yahudi olduğu için, benim Alman olmadığımı bildirdiler.” Alman olmamakla suçlanan Auerbach, henüz yirmi yaşındayken, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda erlik etmiş; ayağından yaralanmış, ömrünün sonuna kadar özel ayakkabılar giymeye ve topallamaya mahkûm bir Almandı üstelik. (Sayfa 175)
* Rue de Seine’ın 60 numarasında Hotel de la Louisiane’nın çatı katında bir oda tuttum. Halet orada oturduğu için, iki yıl önce ben de kalmıştım aynı yerde. Öğrencilere uygun, ucuz bir oteldi. En üst katta uzun kalanlara özel indirimler yapılırdı. Yıllar sonra nasıl lüks bir otele dönüştüğünü görünce, çok şaşırdım. Henüz ünlü olmayan Sartre, aynı sıralarda Hotel de la Lauisiane’da kalıyormuş meğer. Simone de Beauvoir’ın anılarından öğrendim bunu. Otelin altı kat merdivenlerini inip çıkarken, kim bilir kaç kez onunla karşılaşmış, içimden “aman ne sevimsiz adam, aman ne çirkin adam!” diyerek yanından geçmişimdir. (Sayfa 189)
* Geceleri çok sık karartma uygulanırdı. Işıklar kenti Paris, karanlıklara gömülürdü. Küçük ampulü mavi bir kâğıtla örtülü el feneriyle sokağa çıkıp, otelime çok yakın olan les Deux Magots’ya giderdim. Picasso da o kahveye sık sık gelirdi. Kaçıncı karısı olduğunu bilmediğim bir afet vardı yanında. O afetle hiç konuşmaz, kadın bir şey sorunca, hiç yanıt vermezdi. Kâğıt peçetelere bir şeyler çizer, sonra onları buruşturup cebine tıkardı. Ben de hep beklerdim, şunlardan birini atsa da, o gittikten sonra kâğıdı yerden alsam diye. Başını eğip, kaşlarının altından çevresine bakarken, tıpkı bir boğaya benzerdi. (Sayfa 191)
* Ne gariptir ki, 1940 ilkbaharına Paris’te yaşamadığım savaş paniğini, 1941 ilkbaharında İstanbul’da yaşadım. Naziler, memleketi çepeçevre sarmışlardı. Savaşa girmemiz için, Almanların da Müttefiklerin de baskısı altındaydık. İsmet Paşa ise, bunu engellemek amacıyla akıllara sığmaz bir ustalıkla siyasal cambazlıklar yapıyordu. Örneğin saat 16.00’da İngiliz elçisine, yarım saat sonra Alman elçisine randevu veriyordu. Biri girer, öteki çıkarken, iki elçi birbirlerini görüyorlar, İsmet Paşa hangimizden yana savaşa girmeye karar verdi acaba diye meraktan çatlıyorlardı.
İsmet Paşa, savaşın sonuna doğru, Müttefiklerin zaferi kesinleşince, onlardan yana savaşa girdi. Son pazarlıkları yapmak üzere Churchill’in Türkiye’ye geleceğini, İngiliz gazeteciler dahil, kimsecikler bilmiyordu. (Sayfa 195)
* Oğuz Atay’ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı. Çok kocaman ve çok güzel bir kediye öyle benziyordu ki, ona elimi uzatınca “miyaaav!” diyeceğini sandım. Miyavlayacağı yerde, “tanıştığımıza memnunum” deyince, şaşırıp kaldım. (Sayfa 241)
* Politik aptallığımın bir tek komik örneğini vermekle yetineceğim: Üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisinin bir kongresinde, arkadaşlarım Mehmet-Ali Aybar ile Behice Boran’ı dinledikten sonra, ikisinin de ne güzel konuştuklarını, parti işlerinin ne kadar uyum içinde yürüdüğünü söyleyerek çıktım o toplantıdan. Öteki partililer, “şu zavallı budalaya bak” dercesine acıyarak bana baktılar. Çünkü o toplantıda, sevgili dostlarım Mehmet-Ali ile Behice, tam karşıt politikalar güderek birbirlerine girmişler meğer. Bir süre sonra da parti bölündü zaten. (Sayfa 256)
Edebifikir
2 Yorum