Telvîhât-ı Tis’a Risâlesi Şerhi

Künye: TelvîhÂt-ı Tis’a Risâlesi Şerhi, Müellif: Bedîuzzaman Said Nursî, Şârih: Molla Muhammed el-Kersî, Semendel Yayınları, İstanbul, 2018.

***

Evliyaların seyr u sülukü ancak Mirac-ı Ahmedi’nin gölgesi ve sayesi altında tahakkuk edebilir. (Sayfa 48)

Cenab-ı Hak, اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ “Abdini geceleyin götürdü.” buyurmuş, عَبْدِ kelimesini mutlak bırakmış, o abdin kim olduğunu izhar ve takyid etmemiştir. Abd kelimesinden asıl murad Muhammed (a.s.m) olduğu halde ism-i zahir olan Muhammed (a.s.m) zikredilmemiştir. Ta ki abdiyet vasfını haiz olan herkese bu yol açık olsun. Her kim, abdiyette Hazret-i Peygamber (a.s.m)’a benzerse, yani O’nun sünnet-i seniyyesine ittiba ederse, Mi’rac-ı Nebevi’nin gölgesi ve sayesi altında bu hale mazhar olur. (Sayfa 48)

Cenab-ı Hakk’ı maddi gözle görmek Resul-i Ekrem (a.s.m)’a hastır. O’nun dışında her veli, mirac-ı Nebevi’nin gölgesi altında bir seyr u sulûk neticesinde kalb ve ruhun hareketiyle Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın o gecede seyahat ettiği makâmâta kabiliyetlerine göre girebilir ve O’nun gördüklerini kalb gözüyle görebilir. (Sayfa 48)

“Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr u sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.” (Sözler 580) (Sayfa 49)

سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ ayet-i kerimesinin delaletiyle, tasavvuf ve tarikatın ana temeli, Resul-i Ekrem (s.a.v)’in İsra ve Mi’rac mu’cizelerine, dolayısıyla sünnet-i Nebeviyeye dayanır. Zira velayet, Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın mi’racının gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr u sülûk-i ruhanidir. Şayet Resul-i Ekrem (a.s.m) böyle bir seyr u sülûkta bulunmamış olsaydı, evliyaların bu yolda manen yürümeleri mümkün olmazdı. Çünkü Peygamberin yapmadığı bir şeyi yapmak dinen muvafık değildir. (Sayfa 52)

Resul-i Ekrem (a.s.m), hem şu kâinatın çekirdeğidir. Kâinat, O’nun nurundan halkolunmuştur. Hem de kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bütün kâinat, O’nda cem olunmuştur. İşte mi’rac, bu âlemin bir çekirdek hükmünde olan Nur-u Muhammedi (a.s.m)’dan nasıl geliştiğini ve neticede O Zat’ın cesed-i mübarekinde nasıl cem’ olunduğunu, O Zat’ın kâinata bir fihriste, bin bir ism-i İlahiye en mükemmel ayine olduğunu göstermektir. Kısaca mebde ile müntehayı birleştirmektir. (Sayfa 55)

Demek O Zat (a.s.m), öyle memzuc bir nurdur ki; hem bütün âlem-i imkânda ne kadar mahlûkat varsa küçük birer nümunesi Onda vardır. Hem de bin bir ism-i İlahiye en mükemmel ayinedir. Resulullah (s.a.v) maddeten bütün kâinatın mebde ve müntehası olduğu gibi; manen de esma ve sıfat-ı İlahiyenin tecelliyatına en cami bir ayine olmuştur. Mahlûkat içinde bin bir ism-i İlahinin en mükemmel ayinesi, Resul-i Ekrem (s.a.v)’dir. (Sayfa 57)

Tasavvuf, tarikat, velayet ve seyr u sülûkün hakikatı, mi’rac-ı Nebevinin hakikatına dayanır. Dolayısıyla mi’rac-ı Nebevinin hakikati anlaşılmadan, seyr u sülûkun hakikati anlaşılamaz. (Sayfa 59)

İşte tasavvuf ve tarikat, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (a.s.m) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla böyle bir seyr u sülûk-u ruhanîye muvaffak olmak, mebde ile müntehayı birleştirmektir. (Sayfa 60)

Birinci Seyr: Âlem-i imkânın seyridir. Salik-i rah-ı huda, evvela âlem-i imkânı keşfeder. Kendisinin, kâinatın bir nümunesi olduğunu müşahede eder. Âlem-i imkânda seyr u sülûk demek, insanın cevherinde bulunan maddi nümunelerle âlemde mevcud olanları keşfetmektir. Yani kendisinde bulunan nümune bir pencere gibi olur. Salik, o pencereden âlemde mevcud olanı seyreder. Mesela; kuvve-i hafızasıyla, Levh-i Mahfuz’u; kuvve-i hayaliyesi ile Âlem-i Misal’i; kalbiyle Arş’ı; aklıyla Kürsî’yi seyreder. (Sayfa 88)

İkinci Seyr: Âlem-i vücubun seyridir. İnsan, bin bir isim ve sıfat-ı İlahiyeye ayinedir. Âlemde tecelli eden esma-i İlahiye, bir nokta-i mihrakiye hükmünde olan insanda dahi tecelli etmektedir. Buna tecelliyat-ı ehadiyet veya tecelliyat-ı Zatiye denir. Âlem-i imkânı bitiren salik-i rah-ı hüda bu ikinci seyahatinde kendini ve bütün âlemi tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin ayinesi olarak görüp hisseder. (Sayfa 90)

Salikin, kendisinde bulunan maddi nümunelerle âlemde mevcud olanlara kavuşması, yani âlem-i imkânı keşfetmesine tasavvuf ve tarikat denir. Salikin daha sonra kendisini ve âlemi, ef’al, esma ve sıfat-ı İlahiyenin ayinesi olarak görmesi ve tecelliyat-ı Zatiyeye kadar terakki etmesine de hakikat denir. Dolayısıyla hakikat, tasavvuf ve tarikatın neticesi, gayesi ve meyvesidir. (Sayfa 91)

Evet, eğer cezb ve lütuf olmazsa; bir salik binler sene uğraşsa tek bir tecelliyatı hissedemez. Burada tevfik-i İlahinin salike refakat etmesi şarttır. O Zat-ı Zülcemal, bazen olur ki; tavzif ettiği şahısları bu ağır şartlara tabi tutmadan Resul-i Ekrem (s.a.v)’in varisi yapar. O şahıs, bir sohbette, kırk dakikada bütün mertebeleri bitirir. Bu makam, tavzif makamıdır. Cenab-ı Hak, bu zatları müşkilata maruz bırakmadan tavzif eder. (Sayfa 91)

Şah-ı Geylani (r.a), bir gün cemaat ortasında tedrisatta bulunurken aniden üzerine yukarıdan bir yılan düşer. Yanındakiler korkularından kaçarlar. O yılan, Şah-ı Geylani’nin elbisesinin etek kısmından girip yakasından çıkar ve O’nun boynuna sarılır. Şah-ı Geylani (r.a) bundan ne ürker, ne korkar, ne rengi ve benzi değişir, ne de sohbetini keser. Sonra o yılan karşısına dikilip O’nunla konuşmaya başlar. Ancak çevredekiler, yılanın konuşmasını anlamazlar. Daha sonra yılan çekip gider. Yanındakiler yılanın kendisiyle ne konuştuğunu sorarlar. Şah-ı Geylani (r.a) der ki: “O yılan bana dedi ki; ‘Ben böylece bir çok evliyayı tecrübe ettim. Fakat senin kadar sebatkâr birini görmedim.’ Ben de ona dedim ki: ‘Sen ancak Allah’ın kaza ve kaderiyle hareket eden küçücük bir kurtsun.’ (Sayfa 114)

Çünki sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bazan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.”( Sözler 580-581) (Sayfa 132)

Sual: Ehl-i sülûkün ıstılahınca insan ne zaman hakiki mürid, hakiki talib ve hakiki mü’min olur?

Elcevab: Onların ıstılahınca hakiki mürid, hakiki talib ya da hakiki mü’min, âlem-i imkânı bitirip âlem-i vücuba kadem basandır. Salik, evvela kalu beladan cennete kadar bütün mümkinatı kabiliyetine göre seyreder. Bu kimse hala hakiki mürid, hakiki talib, hakiki mü’min ünvanını almış değildir. Ne zaman ki; âlem-i vücuba kadem basarsa, yani tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin keşfine mazhar olursa, işte o zaman hakiki mürid, hakiki talib, hakiki mü’min ismini alır. Ne zaman ef’al, esma ve sıfat-ı İlahiyenin mertebelerini bitirip masivadan kurtulursa, o zaman insan-ı kâmil ismini alır. (Sayfa 183)

(O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır.) Ehl-i fen, küfre düşebilir. Tarikattan hissesi olan ve kalbi harekete geçen ehl-i tarikat ise, tarikattaki zevki tatmaları ve evliyayı sevmeleri sebebiyle ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza ederler. Ehl-i tarikat için teslimiyet kâfidir. İtikadı düzgün olmak şartıyla, teslimiyet, onlar için bir vesile-i necat olabilir. Ehl-i fen ise, hakkı kabul etmek için delil ister. Delil ve bürhanla isbat olmadan hakkı kabule yanaşmaz. (Sayfa 193)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.

şte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir.” (Mesnevi-i Nuriye 103) (Sayfa 209)

Amelimiz, ya bilfiil sünnetin aslında olacak. Ya da sünnette şekli olacaktır. Mesela; evrad-ı tarikatın aslı sünnette var, şekli yoktur. Bu nedenle ibadettir. Keza Mevlid-i Nebevi’nin aslı sünnette var, fakat şekli yoktur. Bunlara bid’a-i hasene denir. Bu nevi amellerin zararı yoktur. (Sayfa 280)

Allah (c.c), Hazret-i Peygamber (a.s.) vasıtasıyla cin ve inse hitab ederken doğrudan doğruya tecelliyat-ı Zatiyesiyle, rububiyet-i mutlaka noktasında konuşur. Tecelli-i vahidiyetten ziyade tecelli-i ehadiyettir. Zira tecelli-i vahidiyet, esma ve sıfatın tecellisidir. Tecelli-i ehadiyet ise, Zat-ı Akdes-i İlahiyenin tecellisidir. Cenab-ı Hak, Hazret-i Peygamber (a.s.m) ile zatının tecellisiyle konuşmuş, doğrudan doğruya rububiyet ve ma’budiyetini bildirmiştir. Diğer peygamberler ile has bir rububiyet ile hususi olarak mükâlemede bulunmuştur. (Sayfa 319-320)

Şeriat o kadar geniştir ki, onda bir çocuğun hissesi bulunduğu gibi; Ashab-ı Kiram’ın da hissesi vardır. İmam-ı Şafii’nin, Gavs-ı Geylani’nin de hissesi vardır. Şeriat, aynı anda zahirî ve batınî bütün ahkâmı birden topluyor, cem ediyor. Bütününe şeriat diyoruz. Şayet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’an ve Sünnet’ten derslerini almasalardı, hak ve hakikata, keşif ve keramata nasıl mazhar olabilirlerdi? Tabir-i diğerle; Kur’an’ın talimi ve Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın ders ve tatbiki olmasaydı, tarikat ve hakikat yolunda gitmek, bu meslek ve meşreblerden bahsetmek mümkün olabilir miydi? Haşa. O halde ahkâm-ı İlahiyenin zahirine şeriat, batınına tarikat ve hakikat namını vermek yanlıştır. Şeriatı kışır, tarikat ve hakikatı iç, lüb, asıl ve esas kabul etmek hatadır. Tarikat ve hakikat, şeriatın birer hadimidir diye itikad etmek lazımdır. (Sayfa 325)

Hadiste ve ayette okunması emredilen zikir ve tesbihleri, belli vakitlerde okumak, onlara belli zamanlar tahsis etmek ise bid’ay-ı hasenedir. Belli bir vakitte yapılması emredilen bir sünnet, böyle bir zikirden daha efdaldir. Mesela; geceleyin uyuyup daha sonra kalkıp teheccüd namazını kılan bir kimsenin bu sünnete ittibaından aldığı sevab ve nur, hiç uyumayıp gece boyunca لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ zikrini çekmekten daha fazladır. (Sayfa 357)

Ekseriyetle yarı yolda giden ehl-i seyr u sülûkta bu nevi vartalar vuku bulur. Zira onlar âlem-i vücuba girmedikleri, tecelliyat-ı esma ve sıfatı keşfetmedikleri ve Zat-ı Akdes-i İlahi ile kalb gözüyle müşerref olmadıkları için meratib-i velayet veya peygamberlerin velayetinde gezerken birden vartaya düşerler. Böyleleri, (makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer.) Mesela; onlardan biri, Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın makamının küçük bir zılline mazhar olur ve “Ben peygamber oldum.” der. Hazret-i İsa (a.s)’ın makamının gölgesine girer ve “Ben İsa’yım, nazil oldum.” der. Hızır makamına gelir ve “Ben Hızır oldum.” der. Keza diğeri mehdilik makamının gölgesi altına girer. “Ben mehdi oldum.” der. Gavslık ve kutupluk makamlarının gölgesine giren de “Ben gavs ve kutb-u a’zam oldum.” der. Böylece istikametten çıkıp vartaya düşer. Hâlbuki o makamın küçük bir gölgesi onda tezahür etmiş, küçük bir tecelliyata mazhar olmuştur. (Sayfa 364)

Halktan hürmet ve maddi talebde bulunan bir kimsenin tarikat ve hakikatle alakası yoktur. Zira bu hal ihlasa münafidir ve tasavvuf ve tarikatın gayesi olan makam-ı rızaya kavuşmaya manidir. (Sayfa 369)

(Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Hâlbuki وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi ayetlerle ilân edildiği gibi,) Hayat-ı dünya, meta-ı gururdur. Meta-ı gurur, zahiren manası kolay gibi anlaşılsa da hakikatte gayet müşkil bir ifadedir. Zemahşerî, Kur’an’ı tefsir etmek istemiş. Arab dilini tam manasıyla öğrenmek için Bedevi Arabların yanına gitmiş. Bir gün gezerken bir çadıra girmiş. Bakmış ki; bir kadın hizmetçisine: “Bana meta-ı ğururu getir” veya “Bu meta-ı ğururu götür, yıka.” demiş. Bakar ki; meta-ı ğurur dediği şey ya çocuğun altına bağlanan bez veya kadınların hayız halinde iken kendilerine tuttukları bezdir. Zemahşeri diyor ki: “İşte ben o zaman bu kelimenin manasını öğrendim.” Demek dünya hayatı Kur’an nazarında kadınların veya çocukların pisliğini setretmek için kullanılan bir bez kadar değersizdir. (Sayfa 371)

İşte tasavvuf ve tarikat, insanın ef’al, akval ve ahvalini bir ölçü altına alır, böylece adatını ibadete, dünyevi muamelelerini ahiret hesabına çevirir. Hakiki tasavvuf ve tarikatın bir semeresi de budur. (Sayfa 397)

Tarikatın son nokta-i gayesi, insan-ı kâmil olmaktır. İnsan-ı kâmil kime denir? İçi dışa, dışı içe çevrilse onu utandıracak bir kusur bulunmayan kimsedir. Ef’al, akval, ahval ve efkârında Kitab ve Sünnete muhalif bir şey görünmeyen, maddi ve manevi bütün cihazatını evamir-i İlahiye dairesinde istimal, nevahi-i İlahiyeden ictinab ettirmek suretiyle hakiki kemallerine sevkeden kimsedir. Sathi, isimden ibaret bir Müslüman değil, surilikten çıkmış, hakiki bir mü’mindir. Kısaca kabiliyetine göre Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın ahlak-ı hamidesi ile ahlaklanmış, itikaden tam olarak, amel noktasında ise elinden geldiği kadar O’na benzeyen kimsedir. (Sayfa 398)

 

Edebifikir

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir