Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın on dördüncü yazısını Sulhi Ceylan yazdı: “Âmâk-ı Hayal: Kalbin Seferi”
***
Yunus Emre “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” dediğinde her doğumun yeni bir hal ve insanın sürekli olarak manevi seferde olduğunu anlatmak istiyordu belki de. Her dem yani her an tecelli eden ilahi fiillerin (tanrısallığın) farkına varan insan, zaman kavramını aşarak yeniden doğar. Yeniden doğmak kalpteki gaflet perdelerinin açılması, imanın ve idrakin tazelenmesidir. Sürekli seferde olan ve bu sayede kendini yenileyen kişi, aslında âleme bakışını yenilediği gibi anlayışını da her an derinleştirir. Sefer sayesinde hali, sözü, sureti yenilenen ve özün bilgisine ulaşan her dem diri ve taze olmanın yanında içinde bulunduğu ortama can katan nefese de sahiptir.
Sefer, insanın kaderidir. Her an bir seferde olan insan, -eğer bilinçli olursa- sürekli kendinin yeni bir fotoğrafı ile karşılaşır ve kendine açılır. Kendine açılmak, insanın özünü tanımasıdır. Sefer kelimesinin kök manası örtüyü kaldırmak, perdeyi açmaktır. İmam Kuşeyrî; sefere bu ismin verilme sebebinin, insanın kendi yurdunda dışa vurulmayan huylarının açık bir şekilde ortaya çıkması olduğunu söyler. Ârifler seferi, bedeni ve kalbi olmak üzere ikiye ayırır. Bedeni seferden kasıt, kişinin başka bir memlekete, beldeye gitmesidir. Kalbi sefer ise kişinin mâsivâdan yüz çevirip Hakk’a yönelmesi, kötü huy ve hallerden iyi ve güzel olanlara yolculuk etmesidir. Bu da kişinin sıfatlarının adım adım değişimini ve kemale doğru yükselişini ifade eder. Bu bağlamda sefer bir yenilenme ve değişim olduğu gibi dönüşümdür de.
Seferin hangisinin üstün olduğu hakkında ârifler farklı düşüncelere sahiptir. Bazıları beden ile kalbin aynı anda sefer etmesi gerektiğini savunurken bazıları ise kalbi seferin yeterli olduğunu söyler. Hatta bu konuda Merv şehrine Ali Dekkâk’ı ziyarete gelen bir fakirin kıssası anlatılır. Bu fakir, Merv’e ulaşıp şeyhin huzuruna çıkınca uzak yerden geldiğini, uzun yollar kat ettiğini ve sırf ziyaret için geldiğini söylediğinde şu cevabı alır: “Nefsinden sefer edebilseydin bir adım atman bile kâfi idi!” Fakat Bişr el-Hafi ise; “Seyahat edin ki güzel ve temiz olasınız. Çünkü su bile bir yerde çok kaldığı zaman tadı ve rengi değişir, bozulur.” diyerek maddi seferin manevi sefere sebep olduğunun altını çizer.
Ârifler sefere çıkmayı bir mücahede şekli olarak görür. Mücahede yani kişinin kendiyle savaşması, alıştığı yaşam standartlarından uzaklaşması ve konforunu terk etmesidir. Sıkıntı, kişinin kendini görmesi ve potansiyelleri açığa çıkartması için bulunmaz bir imkândır. Kişi kendine karşı körlükten kurtulmak istiyorsa (kalbinin derinliklerinde) sefere çıkmalı, sıkıntılarla (ben’iyle) yüzleşmelidir ki böylece özüne dair yeni bilgilere ulaşıp kendinin ârifi olabilsin.
Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmâk-ı Hayal (Hayalin Derinlikleri) romanı işte bu seferi anlatır. Dış dünyada değil iç dünyada geçen bir seferdir bu. Fakat öyle bir etkili seferdir ki, iç dünyanın yanında kişinin dış dünyasını da değiştirmektedir. Benlikten geçip hakikate ulaşmanın romanı da diyebileceğimiz Âmâk -ı Hayal’de Raci’nin seferlerine şahit oluruz. Raci, öğrendiği bilgi yığının altında ezilen, kendi deyimiyle “Ben, küfür ile imandan, ikrar ile inkârdan, tasdik ile şüpheden birleşik bir şey”dir. Öyle ki kalbinin inkâr ettiğini aklı ile tasdik eder, aklı ile reddettiğini ise kalbi ile kabul eder. Kısacası bir şüphe ejderhası ile birlikte yaşamaktadır. Ve bu ejderha her geçen gün aklını daha da ele geçirmektedir. Ne yapacağını şaşıran insan, ister istemez sefere çıkar. Kimi duysa, ilaç namına soluğu yanında alır. Raci de şüphe ejderhasının elinden kurtulmak için çeşitli seferlere çıkar ama aradığını bulamaz. Fakat hiç beklemediği bir zamanda, bir mezarlıkta Aynalı Baba ile tanışır ve gerçek seferi başlar.
İnsan çoğu zaman kendini kandırır ve bu işte mahirdir. Kendini aldatan sevgilisini terk etmek istemeyen bir kadının, sevdiğinin yalanlarına inanması gibi insan kendi yalanlarına inanır. Çünkü insan kendini kaybetmek istemez. Bu yüzden kendinden umudu hiç bitmez. Umudunu kaybetmemek adına yalanlar söyleyebilir ve hiç düşünmeden de bu yalanlara inanır. Raci’nin, Aynalı Baba’yı tanımadan önceki seferleri bu cinstendir. Bir sonuca ulaşmamıştır. Ama seferdeki kararlılığı ve samimiyeti sebebiyle Aynalı Baba ile tanışma şerefine ermiştir. Aynalı Baba, Raci’nin kalbine dokunan ilahi eldir. Raci’nin kalbinde başlayacak değişimin yahut devrimin sebebidir. Aslında Aynalı Baba, Raci’nin aynasıdır. Kalp aynası… Kendini görebileceği bir ayna… Sırlı mı sırlı…
Raci, aklının sınırlarını aşmak için sefere çıkar. Bir düş yolculuğudur bu. Her gittiği diyarda çeşitli sınavlara tâbi olur. Varlık ve yokluk çizgisinde gerçekleşen sınavlarda nefsini tanır. Kalbinin derinliklerine sefer eder. Nefsinin kötülüklerini görür, içinde büyüttüğü canavarla (kendiyle) savaşır. Zahirden batına, bilgiden marifete, akıldan aşka doğru ilerlerken sürekli yeni duraklarda yol kesicilerle karşılaşır. Yol kesicilerin pirinin kendisi olduğunu, kendi kendinin yol kesicisi olduğunu öğrenmesi için seferler devam eder. Adeta kalbî bir hicrettir yaşadığı… Halktan Hakk’a doğru ilerleyiş…
Aslında Raci bir simgedir. İnsanı simgeler, her birimizi… Sefere çıkmadan, bir aynada nefsimizle yüzleşmeden, kendimizle savaşmadan hakiki insan olamayacağımızı ve şüphelerden kurtulamayacağımızı anlatır. İnsan, kendiyle mücadele ettikçe insandır. Kendinden kaçtıkça nefsine (hayvana) yaklaşır.
Aynalı Baba da bir başka simgedir. Mürşidi, uyarıcıyı, derin uykulardan insanı uyandıran sireni simgeler. Hayalle gerçek arasına gidip gelen insanın, Aynalı Baba gibi elinden tutan biri olmalıdır. Uyanmak için uyanık birinin varlığı zorunludur. Nitekim romanın sonunda Raci’nin bu görevi üstlendiği görülür. Artık insanları uyandırma görevi Raci’ye tevdi edilmiştir. Sebebi ise kalbinin uyanmasıdır.
Raci farklı yerlerde, farklı kişilerle ve ilginç varlıklarla karşılaşır. Bazen Buda ile bazen Zerdüşt ile yolu kesişir, Brahman’ın huzuruna çıkar, Ulular meclisinin misafiri olur, Kaf dağını arar, Zümrüd-ü Anka’yı bulması gerekir. Bütün bu duraklardan gaye ise Raci’nin kendini bilmesi ve ilahi hakikate ermesidir. Dolayısıyla Raci her kimle görüşse, aslında kendindeki bir yansıması ile görüşmektedir. Raci, kendindeki kimliklerle bir bir buluşur. Her buluşmada kendi özüne daha da yaklaşır. Zamanla dünyanın aldatıcı olduğunu, arınması gerektiğini anlar ve ilahi aşkın tadına vardığında, zaman ve mekân ötesinde bir hakikat olduğunu ayne’l-yakîn bilir. Çıkılan her sefer, yeni bir bilgiye denk gelir, bir hikmetin üzerindeki örtü açılır. Açılan Raci’nin kalbidir.
Gördüğü rüyalarla farklı mekân ve zaman dilimlerinde gözünü açan Raci’nin yaşadığı, felsefenin ve tasavvufun ana sorularının peşinde bir sefer dizisidir. Her rüyada bir sorusuna cevap bulur, gözündeki bir perde açılır, idraki sonsuz ile öpüşür. Cevaplar arttıkça kendine dair bilgisi de artar. Ölümün yok oluş değil, hakikate uyanış olduğunu anlar. Varlığın basamaklarını ve ruhun mertebelerini öğrenir. Bir anda milyonlarca senenin geçişine şahit olarak zamanın hakikatine ulaşır, an’da soluk alır. Bütün mevcudatın secde halinde olduğunu müşahede ederek varlıkta birliği (kesrette vahdet) görür. İyilik ve kötülüğün yüzündeki peçeyi kaldırır ve insanların gözünün hakikati görmede arpacık soğanı nispetinde olduğunu anlayıp hiçliğinin bilincine erer. Hazreti insan olur.
Bir romanı “tasavvuf konulu roman” yapan ana özellikler hakikat arayışı, nefs ve ruhun mücadelesi, bir yol göstericinin rehberliği, mistik bir dilin kullanılması, rüya ve sembollere atıf yapılması, beşeri aşktan ilahi aşka geçisin vurgulanması gibi konuların kurguya yedirilmesidir. Âmâk-ı Hayal tüm bu konuları mahirane bir şekilde içermesi sebebiyle okurlarını kalbi bir sefere çağırmaktadır. Sözün özü, insan seferdedir. Madde ve mana arasında gidip gelir. Tercihleri sayesinde ya hazreti insan (insan-ı kâmil) olur, ya da hayvandan bile daha aşağı bir konuma inip nefsinin (arzularının) kulu olur.
Sulhi Ceylan
1 Yorum