Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın on birinci yazısını Oğuzhan Yılmaz yazdı: “Sûfi’nin Seyri: Bir Arayışın Romanı”
***
İnsan, dünya denilen misafirhanede nefes aldığı müddetçe, varlık perdesi arkasına gizlenmiş anlamın izini sürer. Muhatap olduğu herkeste, meşgul olduğu her işte, malik olduğu her eşyada farkında olsun ya da olmasın bir anlamın peşindedir. İnsanın meşguliyeti, hak veya batıl, nereye yönelirse anlam kapısı da oradan aralanır. Bundan dolayıdır ki bu anlam arayışı neticesinde insan, kendi anlamını bulmanın eşiğine doğru yaklaşabileceği gibi kayboluşunun karanlığına da sürüklenebilir. Nitekim “Kim Allah ve Resulü için hicret ederse, hicreti Allah ve Resulü’nedir. Kim de erişeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir.” hadisi mucibince bir kimsenin kıymetini artıran yahut eksilten şey onun arayışı esnasında belirlediği istikamette gizlidir. Niyet (istikamet) neye ise hicret de onadır. Feridüddin-i Attâr da bu minvalde şöyle söyler: “Şüphesiz herkesin yolculuğu farklı olduğundan hiçbir kuşun uçması aynı değildir; kimi mihrabı kimi de putu bulmuştur.”
Profesör Doktor İbrahim Baz’ın kaleme aldığı Sufi & Bir Aşk Yolcusu, bir arayışın kitabı. Kitap on dört başlık içeriyor. Ancak özünde yedi nefis mertebesine atıfla, ilahi aşka giden yolun nefsin terbiyesiyle mümkün olabileceği sade, duru ve akıcı bir dille aktarılmış. Tasavvufa dair birçok beyit de kitaptaki diyaloglar içerisine metnin doğal akışını bozmadan ustalıkla yerleştirilmiş. Yazar, başına gelen olaylar ve birtakım tecelliler sonrasında arayışa başlayan birinin içsel yolculuğunu anlatırken; bu yolculukta hangi fedakârlıkları göze alması ve nasıl bir sorumluluğu üstlenmesi gerektiğini metindeki konuşmalar içerisinde okuru sıkmadan incelikle işlemiş. Kitapta geçen “Hep okumuş, çok anlatmıştım. Hâlbuki çok yaşamak ve hissetmek gerekiyormuş” ifadesi, her ne kadar direkt belirtilmemişse dahi, tasavvuf anabilim dalı öğretim üyesi olan yazarın kendi yaşadıklarından yola çıkarak bu romanı kaleme aldığına bir işaret olarak değerlendirilebilir. Esere bu gözle bakıldığında yazarın yaşadıklarının ruhunda bıraktığı etkinin okuyucuya da daha güçlü bir biçimde yansıyabileceğini söyleyebiliriz. Nitekim kalpten çıkan söz kalbe ulaşır.
Tedavi olmak için teşhis şarttır. Tasavvufta, kişinin kendi anlamını idrak etmesi için nefsin hastalıklarının teşhisi gerekir. Hakikatini idrak etmeye niyetlenen insan için ise seyir başlamıştır: “Artık sefer lâzımdı. Durulan yer, durulacak yer değildi. Bir hicret, bir seyir lâzımdı. Ben denilen bedenle değil; bedende, içte ve içe doğru bir sefer, ufukta her şeyin ufaldığı ve gurup ile birlikte gayba karıştığı bir sefer. Ufuk, hayal ne varsa, her varı var eden ebedi vara doğru bir seyrüsefer. Seyr-i ilallah: Allah’a gitmek.” (sf. 72)
Seyr-i ilallah’ın özü kişinin nefsini bilmesidir. Bu seyirde aramak, bulmakla mukayyet değildir. Ancak bulmak isteyenin aramaktan başka çaresi yoktur. Tasavvuf büyükleri, nefsin öldürülmesini değil; onun ıslahını, tezkiye edilmesini öğütlemişler. Nitekim vücuttaki nefis ve ruh kavgasında, nefsin tezkiye olup ruhun galip gelmesi demek kişinin hakikat deryasına ulaşmasıdır: “Nefsin istekleri naleyn gibidir. Onu çıkarmadan Tur’a çıkılmaz. (…) Bulmak isteyen hep seyir halindedir, daimi bir harekettedir. (…) Nefis ve ruhun yolunu ancak aşk aydınlatır. Çünkü âlem aşkın aynasıdır. (…) aşkın olduğu yerde akıl biter. (…) Aklın işi aşka kadar götürmektir. Cebrail’dir akıl. Aşkın mahalline giremez.” (sf. 88)
Tasavvufi düşüncede aşk, kulun Allah’a duyduğu derin muhabbetin ve teslimiyetin en yüksek mertebesidir. İlahi aşka ulaşmak, çoğu mutasavvıf tarafından yanmak mecazıyla ifade edilir. Yanmak, nefsi terbiye etme, benlikten geçme ve hakikate ulaşma sürecinin sembolik bir anlatımı… Bu bağlamda yanmak yalnızca duygusal bir yoğunluğun değil aynı zamanda ruhsal bir dönüşümün de göstergesidir. Ancak bu yolda tek başına yanmak yani bireysel çabayla kemale ermek tasavvuf geleneğinde pek mümkün ve makbul görülmez. Bu sebeple yanan gönülden bir çerağ almak gerekir. Yanmanın hakikatine ermek için, ilahi aşk ve muhabbetin nuru, o nurla tutuşmuş bir gönülden alınmalıdır. “Aşk odu evvel düşer ma’şûka andan âşıka / Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi” beyitinde kastedilen mana budur. Kitapta geçen şu ifadeler de bu hususun altını çizer: “Canın can bulması için de ateşe girmesi gerekir. Çünkü yanmak, asla dönmektir. Bir ateşin sonrasını hayal et, kapkaradır. Yanan ne varsa evvelde de kara değil miydi zaten? Hem sevdanın kendisi karadır, çiledir, candan geçmektir; işte bu asla dönmektir. Kum taneciklerinin nasıl aynaya dönüştüğünü bir düşünsene! İnsan da böyledir. Aşkın ateşinde pişmeden hep hamdır. Mevlânâ’yı düşünün, Şems’in ateşinde kavrularak kemale ermedi mi? Biliyorsunuz şems, güneş demektir. Güneş de karanlığın koynundan çıkar.” (sf. 36)
Sufi, her an yeni bir tecellinin mazharı olan kalbinde, adım adım hakikatin izini sürme gayretindedir. Ebu Bekr el-Vâsıtî, sufileri tanımlarken “Vaktiyle sûfîler işaretle konuşurlardı. Sadece kendilerine yakîn olanlar bunları anlardı. Sonra hâlleri zayıfladı, dereceleri düştü ve meramlarını birtakım zahirî hareketlerle ortaya koymaya başladılar. Derken dereceleri daha da düştü ve geriye sadece evvelkilerin hâllerine hasret kaldı.” der. Sufi & Bir Aşk Yolcusu kitabı okurunu içsel yolculuğuna doğru adım atmaya, kendi hakikatine kapı aralamaya çağırıyor yahut evvelkilerin hallerine hasret kalmaya…
Oğuzhan Yılmaz