Turistik Bir Gezi Değil, Bir Şafak Yürüyüşü

Tasavvuf Konulu Romanlar dosyamızın onuncu yazısını İbrahim Orhun Kaplan yazdı: “Turistik Bir Gezi Değil, Bir Şafak Yürüyüşü”

***

Türkiye’de kaleme alınan tasavvufî romanların dili, çoğu zaman okuru gerçeklikten koparıp adeta hayalî bir dünyanın kucağına itiyor. Peki, neden böyle? Çünkü bu tür romanları tercih eden okurlar, gerçeğe yüz çevirmiş, karanlık ve bedbin zihin dünyalarına sığınma eğilimindedirler. Bu durum da, tasavvufi roman yazarlarının tam da bu arayıştaki okur kitlesi üzerinden geçinmelerine imkân tanıyor. Oysa ne hakiki tasavvuf gerçek dışıdır, ne de aklıselim bir okur böyle bir dünyaya kayıtsızca yönelir. Bununla birlikte, hayatın içinden beslenen, tasavvufu insanın maddi ve zihinsel gerçekliğine temas ettiren güçlü metinler de yok değildir. Zaten bu tür metinler olmasaydı, kişiyi hayalperestliğe sürükleyen birçok tasavvufi romanın suniliği fark edilemezdi.

Tasavvuf hakkında, doğru ya da yanlış birçok kanaate sahibiz. Bu alana dair yaptığımız tanımlar, büyük ölçüde meseleye hangi pencereden baktığımıza bağlı. Tasavvufu faydalı bir bilgi alanı olarak görenlerin dahi tasavvuftan anladıkları şeyler birbirinden oldukça farklı. Özellikle maddi gerçekliği geri plana iterek—yani hayatın insana dayattığı şartları görmezden gelerek—tasavvufa yönelenlerin zihinlerinde oluşan tasavvur, bana göre hayal ve vehimlerle çevrilidir. Zaten tasavvuf literatürü de, bu çeşitliliği yansıtacak biçimde kendi içinde ayrışmış durumda. Haliyle bu alanda ortaya konan kesin yargılar, çoğunlukla sadece kişiyi bağlar.

Benim özellikle dikkat çekmek istediğim nokta ise şudur: Günümüzde birçok tasavvufi romanda, gerçeklikle doğrudan temas kurmayan, zaman ve mekân sınırlarından tamamen soyutlanmış, bağlamsız ve çoğu kez hayal sınırlarını zorlayan yüksek erdemlerden söz ediliyormuş gibi bir izlenim oluşturuluyor. Bu tür metinlerin gölgesinde kalmamak ve aşağıda sözünü edeceğim, hayatın içinden beslenen, gerçekliğin zemininden yükselen tasavvufi anlatıları gözden kaçırmamak gerekir.

Ayakları yeren basan tasavvufi metinleri öne çıkarmama, tasavvufun ayakları yerden kesen yönleriyle itiraz edilebilir. Açıkçası tasavvufun bir yönüyle maddi gerçekleri aşmak ya da gerçeklik olarak kabul ettiğimiz duvarların arkasına geçmek gibi çok yönlü oluşunu reddediyor değilim. Ben sadece bir anlatı olarak karşı karşıya olduğumuz yaklaşımların içinde yaşadığımız gerçeklik bağlamından kopmamasına dikkat çekiyorum. Dolayısıyla bu tür bir itiraz gerçek hayatla bağını koparmadan üretilen metinlerin değerini gölgeleyen sığ ve anlamsız bir söz dalaşından öteye geçmeyecektir. Bu metinlerdeki tasavvuf, ne okuyucuyu gerçeklerden kaçmaya yönlendirir ne de onu kendini bilme ve erdem arayışında yalnız bırakır. Aksine, insanın gündelik mücadeleleri, acıları, sevinçleri ve zaaflarıyla iç içe bir manevi yolculuk sunar.

Örneğin, Mevlânâ‘nın Mesnevî’si, yalnızca aşkı yücelten bir eser değildir; aynı zamanda kıssalar ve hikâyeler aracılığıyla nefis terbiyesinin, sabrın, adaletin, kanaatin ve tevazuun ne anlama geldiğini insanın dünyevi halleri üzerinden anlatır. Yine Yunus Emre’nin şiirleri, mistik bir arayışın ötesinde, Anadolu insanının diliyle yoğrulmuş bir hakikat bilgisidir. O şiirlerde mecazın ardında gizlenmiş hikmet, yaşamın içinden damıtılmıştır. Nasreddin Hoca’nın hikmetlerini ortama neşe katan fıkralar şeklinde okumayacaksak tasavvuf düşüncesinin uzantısı olarak görebiliriz. Çünkü orada da soyut ve somut ilişkisinin insanın kendini bilmesiyle olan doğrudan irtibatını görürüz.

Günümüz edebiyatında yukarıdaki eserler çizgisinde olmasa da düşünce zemininde bu irtibatı sürdürenlerin çabası da görmezden gelinemez. İlk aklıma gelen isimlerden özellikle Sezai Karakoç’un, Necip Fazıl’ın ve İsmet Özel’in bazı metinleri ya da Nurettin Topçu’nun düşünce yazılarında, tasavvufun yalnızca bireysel bir hal değil, toplumla ve toplumsal yaşamın sorumluluklarıyla bağlantılı bir tutum olduğunu görüyoruz. Bu metinlerde bedbin bir ruh hâlinden çok, eylemle yoğrulmuş bir maneviyat öne çıkar.

Öte yandan, bu meseleye dair düşüncelerimi hem genişletmek hem de savunduğum tezi desteklemek adına Bedri Gencer’in “Tasavvufun Cemaat İnşası” başlıklı makalesine ayrıca değinmem gerekiyor. Gencer, söz konusu çalışmasında tasavvufun doğrudan insanla başlayan ve oradan topluma sirayet eden yapıcı yönünü son derece çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Makalede özellikle, tasavvufun insanı soyut bir dünyaya hapseden bazı roman ve denemelerdeki temsiline karşı, yaşanabilir ve toplumsal bağlamda karşılığı olan bir derinliği nasıl barındırdığına dair önemli tespitler yer alır. Bu nedenle bu tür eserlerin tasavvufu soyut bir idealleştirme aracı olmaktan çıkarmasını; insanın iç dünyasını, çevresiyle olan ilişkilerini ve nihayetinde Allah’la kurduğu bağı samimi ve sahici bir dille anlatmasını ısrarla vurgulamak istiyorum. Gerçeklikten kaçmak yerine, gerçekliğin içinde bir derinlik elde etmeyi amaçlamak gerekir. Tasavvufu, sınırları aşmak ya da maddi gerçekliklerden uzaklaşmak için değil; bilakis sınırlar içinde derinleşerek, katmanlı bir kemal süreci olarak görmek daha anlamlıdır. Bu açıdan varlıktan soyunmak değil bilakis varlığı idrak etmektir.

Eleştirimin odağında yer alan, tasavvufu gerçeklikten koparan edebi metinlerin karşısında, bu anlayışa güçlü bir alternatif sunan eserlerden biri üzerinde özellikle durmak gerekir: Şerif Benekçi’nin Bir Şafak Yürüyüşü adlı romanı, sözünü ettiğim nitelikteki tasavvufi yaklaşıma içkin, sahici ve derinlikli bir anlatının önemli örneklerindendir.

Benekçi’nin romanında tasavvuf, yalnızca soyut bir mistisizm olarak değil, insanın eksikliğiyle, kırılganlığıyla, arayışıyla temas hâlinde ele alınır. Zira tasavvuf, insanın yetersizliğini ve acizliğini hissettiği yerde başlar. Bu, İmam Gazâlî’nin ulaştığı yüksek ilmî mertebelerden tatmin olmayışıyla da olabilir; bir günahkârın, kendi hayatını bir bataklık gibi görmesiyle de. Her iki durumda da yolculuk aynıdır: Kendinde derinleşme, hakikate yönelme ve bu süreçte insan kalabilme mücadelesi. Âmâk-ı Hayal’deki Raci’yi yolculuğa iten gerekçeleri düşünün…

Tasavvufi roman okurlarının aradığı şey çoğu zaman, insanın kendine sıkıntı veren yaşam koşullarından, istek ve arzularının sınır tanımayan baskısından kurtularak geçirdiği bir dönüşüm hikâyesidir. Bu oldukça anlaşılır bir arayıştır çünkü modern dünyanın teknik ve medeniyet ile birlikte anlam dünyasını daraltması karşısında elimizde çok fazla seçenek kalmıyor. Ne var ki bazı metinlerde bu dönüşüm, gerçeklikten kopuk, zaman-mekân üstü ve bağlamdan yoksun bir kurguya yaslanır. Bu da söz konusu baskıdan dolayı bir ölçüde kabul edilebilirdir. Oysa Bir Şafak Yürüyüşü, bu dönüşümü tam tersine hayatın içinden, kırılgan ve çatışmalı bir zeminden yola çıkarak anlatır. İşte bu yönüyle benim için Benekçi’nin romanı, tasavvufi romanlar arasında en parlak örneklerden biridir.

Kitabın içeriğine dair çok net aktarım ve tespitlerde bulunmak elbette mümkün; özellikle kurgu ve olayların işleniş biçimiyle ilgili olarak söyleyecek çok şey var. Ancak bu satırları, kitabı henüz okumamış ve ilk kez keşfedecek olanlara bir tür “ön bilgi” değil, bir davet olarak düşündüğümden, esere yalnızca fırça darbeleriyle değinmekle yetineceğim.

Bir Şafak Yürüyüşü, Türkiye’den Almanya’ya, oradan da Fırat kenarına uzanan bir yolculuğun hikâyesidir. Roman, üç ana karakterin etrafında şekillenir: Ümmet fikrini önceleyen, inancıyla şekillenmiş bir kimliğe sahip olan Mehmet, halktan yana duruşuyla dikkat çeken, sosyalist dünya görüşüne sahip Özer ve milliyetçi-ülkücü çizgide, memleket sevgisini kimliğinin merkezine yerleştirmiş Halil.

Bu üç farklı karakterin yolları, gurbette kesişir. Birbirlerinden çok farklı siyasi ve düşünsel dünyalara sahip olmalarına rağmen, yaşadıkları ortak deneyimler onları yalnızca birbirlerine değil, kendi iç dünyalarına da yaklaştırır. Roman tam da bu zeminde, farklılıkların çatışmadan çok dönüşüme zemin hazırlaması nedeniyle tasavvufi romanlar arasında öne çıkıyor. Yazar karakterlerin Almanya’daki gündelik hayatlarının sadeliğini, yer yer siyasi ve kültürel nedenlerle yaşadıkları zorbalıkları işleyerek, aksiyonu, dramı ve heyecanı üst seviyede tutmayı başarıyor. Hidayet romanlarının klişe yapısından uzak, vermek istediği mesajı göze batmayacak şekilde veren bir anlatıya sahip. Özellikle bu üç başrolün hayatına temas eden yan karakterlerin olaylara dâhil olmasıyla akış daha da derinleşerek okuru kuşatıyor. Mehmet, Özer ve Halil’in eşleriyle birlikte çıktığı Türkiye gezisinde hiç hesapta olmayan bir rota üzerinden Fırat kenarında yaşadıkları tecrübe ise metnin ana damarını yani tasavvufi yönünü ortaya koyuyor. Okur hiç beklemediği bir son ile karşılaştığında yazar maksadına erişmiş ve tasavvufi roman literatürüne kıymetli bir eser vermiş olarak hikâyemiz tamamlamış oluyor.

Artık sadece tasavvufi romanlarıyla aramızdaki varlığını sürdüren Şerif Benekçi’ye rahmet olsun.

İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • harun ahmet tunca , 10/05/2025

    elinize sağlık. pek verimli bir deneme olmuş.

    baki tazimat.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir