Başımı alıp, pare pare köpüklü başımı; uzaklara, daha önce hiç bilinmeyen, bilinemeyecek yerlere gidiyorum. Sabah güneşini, yüzünde gölgeler dolaşan taze bir gelin mahmurluğuyla karşılayan ıssız ormanların, cırtlak renkli tüylü kuşların, taptaze yemişlerin, yıkılırken hiç kimsenin sesini duymadığı, bir orman kalabalığındaki yapayalnız ağaçların, tırtılların ve kelebeklerin topraklarına gidiyorum.
Silikonsuz, rujsuz; yani gerçek, yani güzel, yani Allah’ın yarattığı dudaklarımla öpüyorum taşlıklarını… Lıkır lıkır sularımla yıkıyorum kumsallarını… Ah! Bir bilsen, hiç kimsenin olmadığı diyarlarda dalgalarımın sesi ne kadar tatlıdır! Ve bir bilsen her şeyin bilmekle kirlendiğini! Alır başını gidersin sen de benim gibi…
En son ceylan yüzlü atları terk ettim. En son yüksek dağların yamaçlarındaki çiçekleri, en son bombalanmış şehirleri, en son ama en son çocuk cesetlerini terk ettim. Üzerlerine uçaklardan çikolata fırlatılan çocuk cesetlerini! Kendi sularımı, kendi kıyılarımı terk ettim ki benimle yıkanır dünyanın kiri, pası… Fakat benim de bir kalbim var, kimsenin duymadığı, görmediği bir yerde. Bu yüzden toplayıp eteklerimi kaçtım Gazze şehrinden. Çünkü kurtulmak ve kurtarmak cennete bırakılmış bir umuttur artık! Çünkü genleriyle oynanmış atlar dörtnala koşamıyor. Ve kumandanlar koltuklara kurulup konuşuyor kendi kendine. Ve halk, sersemleten bir dumana tutulmuş gibi…
En son ama en son “Allah sana rahmet etsin sevgili anneciğim” diye ağlayan bir kız çocuğunu kurtarmak için bütün kuvvetimle dayandım şehrin kapılarına. Fakat bombalar benden önce kurtardı onu! Getirip cansız bedenini kollarıma bıraktılar bir gece vakti. Dolunay vardı. Şavkıyla yüzümüzü yıkayan dolunay! İşte bu, son görüşümdü insanoğlunu… Kucağımda, küçük bir kız çocuğunun bedeniyle, günlerce yol aldım.
Sayısız gün, sayısız gece… Bazen durulurdu sularım, bakınca kucağımdaki çocuğun yüzüne. Çıkarır gökyüzündeki aya gösterirdim onu; yeni doğum yapmış bir anne şaşkınlığıyla.
Merhamet gönlümden akan bir nehirdir. Erkeklerin kollarını yıkarım, kadınların ellerini, çocukların yüzlerini.
Götürüp okyanus denilen sularımın en derin, en kuytu, en ulaşılmaz yerlerinde yumuşacık bir kum yatağına bıraktım tertemiz çocuğu. Kırmızı, mavi, yeşil balıklar üşüştüler, minik ağızlarında küçücük yakutlar, zümrütler, elmaslar; getirip saçlarını süslediler. Okyanusun en güzel çiçeklerini, incileri ve mercanları getirdiler, dalgalanan berrak sularım içinde uyuyan bir kız çocuğunu süslemek için.
Evet umut artık Cennet’tedir! Çünkü atlar yılgın, yiğitler baygındır!
Nerde o eski bozkır çocukları?
Nerde o bir ok gibi, kum denizlerinde yüzen Arap atları?
Yine de biliyorum. Her sabah Gazze şehrinde; güneş nasıl yeniden doğuyorsa öyle yeni baştan doğuyor erkekler. Gözleri durgun, fakat hasmına karşı korkunç bir deniz gibi şavkıyor durmadan! Kadınlarsa, gece olunca, ev içlerinde yeni doğmuş bir aydır; gündüz bir zeytin ağacı. Enkazlar içinde… Sabırlı, doğurgan ve vâdeden… Varsa bir umut kırıntısı yeryüzünde, budur işte sebebi, başka da ne olabilir.
Budur dünya denileni ayakta tutan yüz akı. Budur masumiyet.
İnsan hâlâ sevilebilecek bir şey ise budur sebebi. Budur tutunduğumuz dal… Ayık deniz… Merhamet denizi… Gazze şehri…
Tahir Tarık Balıkçı
1 Yorum