Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (5)

Hilâfet ve Devlet-i Ebed-Müddet

19. yüzyılda da Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin, Osmanlı hanedanının faziletleri ve devletin yıkılmayacağına dair öngörüsü bağlamında değerlendirilmeye devam edildiği görülür. Yanı sıra Osmanlı padişahlarının hilâfete liyakati konusunda da esere sıkça atıfta bulunulur.

II. Mahmud dönemi şeyhülislâmlarından Yâsincizâde Abdülvehhâb Efendi (v. 1833), Hulâsatu’l-Burhân fî İtâati’s-Sultân adlı risalesinde[1] Osmanlı ailesini yeryüzünü imar eden ve ümmet-i Muhammed’i sayıca çoğaltan bir hanedan olarak över. Enbiyâ sûresinin 105. âyetinde kastedilen yeryüzünün mirasçısı olan sâlih kullardan kasıt ve işaretin Osmanlı hanedanı olduğunu Şeceretü’n-Nu’mâniyye ve Safedî şerhine dayanarak iddia eder. Hemen öncesinde Abdülganî en-Nablusî ile talebesi Kutbüddin Mustafa el-Bekrî’den (v. 1749) naklettiği benzeri ifadeler de Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den mülhemdir. Nitekim iki zat da İbnü’l-Arabî’nin önemli takipçilerinden olup Nablusî’nin Fethu men lâ yurâ fî halli remz ed-Dâ’iretü’l-Kübrâ ismiyle bir Şeceretü’n-Nu’mâniyye şerhi de bulunmaktadır. Yanı sıra Osmanlı tarihine dair kaleme aldığı Ebyâtu’n-Nûrâniyye fî Mulûki’d-Devleti’l-Osmâniyye’de de, bahsi geçen âyete aynı kasıtla yer verilir.[2] Nablusî’nin talebelerinden Ahmed el-Menînî (v. 1759) ise; İbnü’l-Arabî’nin Şeceretü’n-Nu’mâniyye’de yer alan bir parçada hocasının “devlet” kelimesiyle müjdelendiğini iddia etmekte ve Nablusî’yi mânen konumlandırıp Ekberî silsilesinde bir mevkie koymaktadır: “Devlet’imiz âhir zamanda muzaffer olacaktır. / Hiçbir şeyin gizleyemeyeceği güneş gibi aşikâr olacaktır.[3] Hâlbuki hemen bütün şerhlerde bu satırların ilk akla gelen olarak Osmanlı Devleti’ne yorulmaktadır.

Aynı dönemde Şirvanlı Fâtih Efendi (v. 1834) Gülzâr-ı Fütûhât’ta, Sahhâflar Şeyhizâde Es’ad Efendi (v. 1848) Üss-i Zafer’de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışını anlatırken sıra hanedanın fazilet ve kudsiyetine gelince İbnü’l-Arabî’ye başvurmuşlardır.[4] Yalnız Şirvanlı Fâtih Efendi, kaynak zikretmezken; Es’ad Efendi, adres olarak İbnü’l-Arabî’nin el-Bulga’sını gösterir. Yine devrin büyük âlimlerinden Kethüdazâde Mehmed Ârif Efendi’nin (v. 1849) menâkıbında, “Sin-şın” rivayeti yinelenerek Yavuz Sultan Selim’in mânen vazifelendirilmiş bir padişah olduğu sonucuna varılır.[5] Hâlbuki aynı dönemde Musullu tarihçi Yâsîn el-Ömerî (v. 1820) Zübdetü’l-Âsâr isimli eserinde, devletin içinden geçtiği zorlu dönemi Şeceretü’n-Nu’mâniyye’deki kehanetlerle bağdaştırıp sona doğru yaklaşıldığını yazıyor ve karamsar bir tablo çiziyordu.[6]

Devlet adamlığının yanında şairliği ile de tanınan Zîver Paşa’nın (v. 1862) şu beyti de yine meşhur rivayete işaret eder:

Mülâkât eyledikde Hân-ı Selîm-i Evveli etdi
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber merkadi izhârına iğrâ
[7]

Takip eden dönemde Harputlu İshak Efendi (v. 1892) Es’ile-i hikemiyye’sinde İbnü’l-Arabî’nin kerametine bir delil olarak Şeceretü’n-Nu’mâniyye’sinde Osmanlı padişahlarını sırasıyla haber vermesini gösterir.[8]

Asrının zirve âlimi Ahmed Cevdet Paşa (v. 1895) da Konevî şerhinden okuduğu eseri ed-Dâiretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye olarak zikretmiş ve Kısâs-ı Enbiyâ’sında, Yavuz Sultan Selim’den başlayarak Osmanlı Devleti’nde vuku bulan önemli olayların cifr ilmi ile nakledildiğini yazmıştır.[9] Bektaşîlik literatürünün bir parçası olarak kabul edilen Veli Baba Menâkıbnâmesi’nin 1895 tarihli bir nüshasında da eser; hanedanın kudsiyetine ve bekâsına bir delil olarak zikredilir.[10] Tayyarzâde Atâ Bey (v. 1880’den sonra) de yine aynı dönemde Târîh-i Enderûn’da Yavuz’un İbnü’l-Arabî’nin müjde ve manevî işaretine nail olduğunu ifade eder.[11]

Bunların yanında Mir’âtü’l-Haremeyn müellifi Eyüb Sabri Paşa’nın (v. 1890) daha geniş alıntılara eserinde yer verdiği hatta buradan Sultan II. Abdülhamid’e bir işaret çıkardığı görülür. Konevî şerhinden nakille Osmanlı hanedanının saltanat ve hilâfete liyakatini delillendirmeye gayret eden Eyüb Sabri Paşa, Enbiyâ sûresindekinin yanı sıra bir âyetin daha Osmanlıları işaret ettiğini yazar: “Sonra o kitabı kullarımızdan seçip ayırt ettiklerimize miras kıldık.” (Fâtır/32). Yine şerhten naklen Hazret-i Ali’nin de Osmanlı Devleti’nin zuhurunu işaret ettiğini aktaran müellif; buradaki bir ifadeden hareketle “halîfe-i a‘zam, sultân-ı mu‘azzam, zıllullâh-ı fi’l-âlem, gıyâs-ı benî Âdem, mefhar-ı selâtîn-i âl-i Osmân, te’eyyüd-pezîr-i âyât-ı Kur’ân, mahfûz-ı mahfaza-i seb‘û’l-mesânî, emîrü’l-mü’minîn, sultânü’l-muvahhidîn, el-Gâzî «Abdülhamîd» Hân-ı sânî efendimiz hazretlerinin” devrinin müjdelendiği ve saltanatın ilâhî iradeye dayandığı iddiasındadır.[12]

İsmail Kara’nın Hilafet Risâleleri başlıklı derlemesinde de konu hakkında kıymetli bilgilere rastlıyoruz. Genel teması Osmanlı hilâfetinin meşruiyeti olan risâlelerin muhtevasına bakıldığında, Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin bu meşruiyetin manevî ve geçerli dayanaklarının başında kabul edildiği görülür. Filistinli din âlimi Yusuf bin İsmail en-Nebhânî (v. 1932) Hülâsatü’l-Beyân fî ba’dı Meâsiri Mevlânâ es-Sultan Abdilhamîd es-Sânî ve Ecdâdihî Âli Osman’da[13] “Sin-şın” rivayeti ile Enbiyâ sûresi 105. âyetinin işaretini el-Bekrî’nin ifadeleriyle nakletmiştir: “Onların büyük bir devleti zuhur edecek, Mağrib sınırlarına kadar bütün Arap diyarına sahip olacaklar ve devletleri kıyamete kadar devam edecektir.” Ferik Ahmed Muhtar Paşa’nın (v. 1926) “Hilafet-i Muazzama-i İslâmiyye” başlıklı yazısında, Müneccimbaşı’dan naklen Osmanlı’yı müjdeleyen mânevî işaretlerle birlikte -yine şerhlerden- devletin âhir zamana kadar devamını haber veren nakillerde bulunulur.[14] Şam müftüsü Mahmud Hamza (v. 1887) ise el-Burhân ‘alâ bekâ’i mülki Benî ʿOsmân ilâ âhiri’z-zamân isimli risalesinde Osmanlı Devleti’nin yıkılacağına dair endişelerin yersiz olduğunu ifade ederek Osmanlıların âyet ve hadislerle müjdelenmiş bulunduğunu örneklerle izah eder ve hanedanın faziletlerini sıralar.[15] Kaynak olarak kullandığı eserlerden biri de, delillerini aynen naklettiği en-Nablusî’dir.

Bu literatüre başka isimler de eklenebilir. Bağdatlı âlim Halil el-Venah mecmuasında, Şeceretü’n-Nu’mâniyye şerhinden Sultan II. Mahmud, Abdülmecid ve Abdülaziz’in isimlerinin haber verildiğini yazmıştır.[16] Mekke müftüsü Ahmed bin Zeynî Dahlân (v. 1886) da el-Fütûhâtü’l-İslâmiyye’de Safedî şerhini değerlendirerek Osmanlıların askeri ve hazinesiyle Mehdî’ye destek olacağını, bu nedenle devletin devamına dua edilmesinin bir gereklilik olduğu değerlendirmesinde bulunur.[17] Devleti Mehdî’ye bağlayan bir diğer âlim de Gâliyetü’l-mevâ’iz isimli eseriyle Nu‘mân bin Mahmûd el-Âlûsî’dir (v. 1899). Bu ulemâ ailesinin en tanınmış siması olan Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî (v. 1854) de meşhur tefsiri Rûhu’l-meʿânî’de bazı irfan ehli zevatın cifr hesaplarıyla Kur’an’dan gaybî haberler istihrac ettiklerini bildirerek, Fâtiha Sûresi’nden Osmanlı padişahlarının isim ve saltanat müddetlerinin çıkarılmasını örnek verir. Âlûsî’nin saydığı irfan ehli arasında İbnü’l-Arabî başta yer alır.[18]

Alevîyye şeyhlerinden Fadl bin Alevî (v. 1900) Hindistan’dan Arap Yarımadası’na, oradan İstanbul’a kadar uzanan hayat çizgisiyle ilim ve siyaset sahalarında oldukça aktif bir şahsiyettir. el-Füyûzâtü’l-İlâhiyye ve’l-Envârü’n-Nebeviyye isimli eserinin son bölümünde Osmanlıların fazilet ve dine hizmetlerini anlatırken iddiasına bir destek olarak Safedî şerhini kullanmıştır.[19]

İbn Teymiyye takipçisi bir âlim olan Şamlı Abdürrezzâk Bîtâr (v. 1916) ise Hilyetü’l-Beşer fî Târîhi’l-Karni’s-Sâlisi ‘Aşer’de 1881’de Sudan’da Mehdîliğini ilan ve isyan eden Muhammed Ahmed’in (v. 1885) iddiasının temelsizliğini ve II. Abdülhamid’in halifeliğe liyakatini, yine Safedî şerhinden alıntılarla ispata uğraşmıştır.[20] Halbuki Muhammed Ahmed de kendi iddiasını ispat için Ankâu Muğrib’i referans vermekteydi.[21]

Nakşî-Hâlidî şeyhi Ömer Ziyâeddin Dağıstânî’nin (v. 1920) Mir’ât-ı Kânûn-ı Esâsî isimli eseri, Osmanlı anayasasının İslâm şeriatına muvâfık olduğunu izaha çalışır. Ömer Ziyâeddin Efendi Kânûn-ı Esâsî’nin (saltanat ve hilâfetin Osmanlı hanedanına aidiyetini teyit eden) 3. maddesini izah ederken, Hadîs-i Erbaîn fî hukûki’s-selâtîn’inde yalnız işaret etmekle yetindiği Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi bu sefer ismen zikreder. Metinde yer alan; Osmanlı saltanatının Kıyamet’e dek süreceğine ve İslâm şeriatına en itaatkâr olan hükümdarların Osmanlı padişahları olduklarına dair ibareyi biraz zorlayarak, ilgili madde ile bir tenâsüb kurulmaya çalışılır.[22]

II. Abdülhamid dönemindeki bu yoğun yayın faaliyetinin, Osmanlı hilâfetini sağlamlaştırmak amacını güttüğü açıktır. Fakat bu yayınların bir diğer ve belki esas gayesi yaklaşık bir asırdır halkın diline de dolanan âhir zaman ile Osmanlı’nın sonunu bağdaştıran rivayetlere bir set çekmektir. II. Abdülhamid’in bânisi olduğu Yıldız Hamidiye Camii’nin asılı bulunan, “Reisü’l-Hattâtîn” Muhsinzâde Abdullah Hamdi Efendi’nin (v. 1899) kaleminden çıkma Arapça beyit, Şeceretü’n-Nu’mâniyye’dendir: “Peygamber ve sahabeden sonra en sâlih devlet, Osmanlı Devleti’dir. Bu devlet Kıyamet alâmetlerinin zuhuruna kadar yıkılmayacaktır.

İbnü’l-Arabî türbesi de, yine II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilmiştir. Ve fakat aynı dönemde İbnü’l-Arabî’ye ait bazı eserlerin yasaklandığını görürüz. Her ne kadar bunların falnâme tarzı ve piyasa işi eserler olduğu anlaşılıyorsa da; İspanyol müsteşrik Miguel Asin Palacios, dostu Louis Massignon’dan farklı bir sebep nakleder. Fransız âlimin nakline göre II. Abdülhamid, hanedanın sonuna dair alametleri gördüğü için böyle bir yola başvurmuştur. Fakat halk, Sultan’ın akıbetinin de Şeceretü’n-Nu’mâniyye’de yazılı bulunduğuna inanmaktadır.[23] Halefi Sultan V. Mehmed Reşad ile ilgili tablo ise daha karanlıktır: “İza vüliye’r-reşad zahare’l-fesad ev heleke’l-ibad ev zahaba’l-bilad[24] yani “Reşad doğru yoldan saptı, fitne arttı ve ibadetler zorlaştıysa; artık o beldenin terk edilme vakti gelmiştir.”

              Şüphe Çağındaki İtiraz ve Kabuller

20. yüzyılın başlarından itibaren, görülüyor ki; Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin bilinirliği daha da artar. Bu durumun doğal bir neticesi de hem inananlarının hem de itiraz geliştirenlerin sayısındaki artıştır. Yalnız itiraz geliştiren ve eserin İbnü’l-Arabî’ye aidiyetini sorgulayanlar, bu sonuca Emir Abdülkâdir’in gittiği yoldan ulaşmazlar.

Rızâeddin Fahreddin (v. 1936) ve Reşîd Rızâ (v. 1935) gibi İslâm dünyasının farklı coğrafyalarında yetişen ve ıslahatçı fikirleriyle tanınan iki âlimin ortak noktalarından biri de Şeceretü’n-Nu’mâniyye üzerinedir. Rızâeddin Fahreddin, Şa’rânî’yi ve abartılı bulduğu İbnü’l-Arabî övgülerini eleştirdikten sonra “Sin-şın” rivayetinin bir keramet mahiyetinde olmayabileceğini yazar; eserin ve cümlenin İbnü’l-Arabî’ye aidiyetini de reddeder.[25]

Rızâeddin Fahreddin’in fikren etkilendiği Reşîd Rızâ da Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi anlaşılmaz ve asılsız bulur. Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Ahmet Hamdi Akseki’nin (v. 1951) tercüme ettiği eserinde Reşîd Rızâ meseleye şöyle bir izah getirir: “… bir kimse olması muhtemel bulunan birçok şeyi haber verirse hiç şüphe yok ki haber verdiği şeylerin bir kısmı doğru çıkar. İşte cifir yoluyla verilen haberlerin doğru çıkanları da bu kabildendir. Eğer cifir hak ve gerçek olsaydı o yolla verilen her haberin doğru çıkması gerekirdi. Rumuzlara gelince bunda saptırmak ve dalâlete düşürme yolları daha geniş, meydan daha müsaittir. Çünkü bu harfleri birçok kelimenin başına getirmek mümkündür. Bunlar hükümdarları, valileri ve bu çapta başka kişileri aldatarak mallarını çarpmak, yanlarında iyi görünmek için vazedilmiştir.[26]

Buna karşılık İstanbul merkezli Osmanlı aydınının Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi -bütün tereddütlerine rağmen- benimsediği söylenebilir. Bursalı Mehmed Tâhir Bey (v. 1925), Hüseyin Vassâf (v. 1929), Ferid Kam (v. 1944), Mehmed Ali Aynî (v. 1945) ve İsmail Fennî Ertuğrul (v. 1946) gibi Osmanlı ile Cumhuriyet dönemi arasında birer köprü vazifesi görmüş olan münevver zevat klasik anlayışı devam ettirmiştir. Bunlardan Mehmed Ali Aynî, “Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” isimli eserinde -kendisi de bu konuda tereddüt içinde olup, Louis Massignon gibi şarkiyatçılardan gelen konuyla ilgili itirazı kabul etmekle beraber- cifr meselesini çeşitli kural ve vasıtalarla çözülebilecek bir denkleme benzetmiştir. Bu konuda verdiği örnek ve konuyu bağladığı nokta da gayet önemlidir. Şeceretü’n-Nu’mâniyye’de geçen rumuzlu bir cümleden, cifr ilminde ehil olanların Bağdat fethini çıkardıklarını aktarır. Buna göre Hâfız Paşa 9 ay boyunca kuşattığı şehri alamayacak, nihayet Sultan IV. Murad gelerek 40 gün içinde Bağdat’ı elde edecektir. Aynî’nin problemli gördüğü nokta şudur; bu haber Bağdat’ın alınmasından önce verilmemiş, aksine fetihten sonra cümlenin bilmecesi bu şekilde yorumlanarak çözülmüştür. Zaten cifr meselesinin inandırıcılık hususundaki en temel sorunlarından biri de bu durum yani geleceği görmek yerine geçmişi çözmektir.[27]

              Bir Propaganda Malzemesi Olarak Şeceretü’n-Nu’mâniyye

Şeceretü’n-Nu’mâniyye geniş kitlelere yönelik propaganda faaliyetlerinin de bir aparatı hâline getirilmiştir. Bu nevî propagandanın örneklerine Osmanlı tarihlerinde de rastlayabiliyoruz. Örneğin Şânîzâde Târîhi’nde, Rusların Hotin ve Bender bölgesindeki yerel halka yönelik yürüttüğü propaganda faaliyeti oldukça ilginçtir. Yeniçeri, derviş, ehl-i cifr ve nücûm kılığında bölgeye gönderilen, “elleri öpülüp du‘âları alınacak” kadar ahaliyi kendilerine inandıran casuslar; Kemalpaşazâde, Ali Kuşçu ve Kaygusuz Abdal gibi zatlar adına şiirler üretip yaymışlardır. Bu düzmece şiirlerde artık Kıyamet alametlerinin belirdiği, Benî Asfer’in yani Hıristiyanların hakimiyetinin başlayacağı anlatılmakta ve böylece halkın Osmanlı’ya olan bağlılığı zayıflatılmaya çalışılmaktadır.[28]

Özellikle I. Dünya Savaşı yılları, benzeri bir propaganda harbine sahne olmuştur ki; Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi bu sefer iki taraf da değerlendirmiştir.

İlk örnek Kâzım Karabekir’in “Birinci Cihan Harbine Nasıl Girdik?” başlıklı hatıralarında yer alır. Büyük Harp’ten hemen önce Genel Karargâh’ın istihbarat şubesine müdür olarak atanan Kâzım Karabekir, o günlerde bütün basını saran Alman yanlısı neşriyatı sormak için Matbuat Umûm Müdürü (vekili) -Nâzım Hikmet’in de babası olan- Hikmet Nâzım Bey’i yanına çağırır. Hikmet Bey, Kâzım Karabekir’in sorularına cevap vermeden önce cebinden çıkardığı kâğıt parçasını uzatır. Kâğıtta güya Edirne Kütüphanesi’nde bulunan Bosnevî’nin bir kitabında yer alan, Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den bir parça vardır. Bu “esrarnâme” hicrî 1302’de (milâdî 1884/85) Ruhullah Afganî tarafından tercüme edilmiştir. Nazım şeklindeki uzunca metinde İngiltere’den Japonya’ya kadar uzanan büyük bir savaşın merhaleleri anlatılır, Osmanlılara birçok fetih müjdelenir ve nihayet bu kurgu şöyle neticeye bağlanır:

O türlü çalkalanır âlem serâser
Verilmez kâfire asla bir yer
Olur hâkim cihanda Türkler
Olur cârî cihânda hükm ü karar

Aynı günlerin şahidi olan folklor araştırmacısı ve şair Vahit Lütfi Salcı da Ayasofya Camii’nde dinlediği bir vaazı anlatır. Salcı’nın naklettiğine göre; vaiz efendi girilecek bu son harbin nihai bir kurtuluş ve zaferle neticeleneceğini müjdelerken dayanağı Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya atfettiği bir istihracnâmeydi. Bu istihracnâmede bahsi geçen “Sin” ise devletin sadrazamı bulunan Said Halim Paşa’yı işaret ediyordu.[29]

Bu ve benzeri yayınların çoğalmasında Alman istihbaratının parmağı olduğunun, buna karşılık Osmanlı bürokrasisinin de bu propagandanın etkisini arttırması ve halk arasında yayılması adına gayret gösterdiğinin farkında olan Karabekir; muhatabını acı biçimde tenkit eder. Daha sonra Enver Paşa’ya çıkarak olanları aktarır, kendisine eğer bu yayınların önüne geçilmezse tarih önünde alay malzemesi olacaklarını -Osmanlı tarihinden örneklerle- anlatır. Enver Paşa anlatılanlar karşısında sıkılır; zira Almanlar birçok vasıtalarla Enver Paşa’yı, devleti eski ihtişamına kavuşturacak “seçilmiş kişi” olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Karabekir, savaşa girildikten bir müddet sonra aynı ikazını yineler:

Tarihte kâhinlerin, müneccimlerin ne büyük rol oynadıklarını biliyoruz. Bazı hükümdarların, bunların kehanetleriyle cihangir oldukları vakidir. Fakat daha liyakatli oldukları halde aynı kehanetler, bazı hükümdarları da atıldıkları maceralarda mahv u perişan etmiştir. Tabii bu hükümdarların arkasından yürüyen milletler de ya cihangir olmuşlar ya da felaketlere düşmüşler ve bir daha bellerini doğrultamamışlardır. Henüz çocukluk döneminde bazı göze çarpan nişanelerini veya bazı özel hallerini geleceğin müjdecisiymiş gibi telkin edilerek şuur altları doldurulan şehzadelerin, prenslerin ve hatta halk tabakasından herhangi bir çocuğun yüksek emellere veya maceralara sürüklendiği de vakidir. Fakat bugün artık bu gibi kehanetlerin ilmin sınırları arasında yeri yoktur. Kehanetler artık siyasi amaçların elde edilmesinde kullanılan bir aldatma vasıtası olmuştur. Düşmanının falcısını elde ederek amacına kavuşmuş zeki hükümdarlar vardır. Bugün zatıalinizin bu tür kehanetlere ihtiyacı yoktur. En yüksek mevkidesiniz. Durum da size daha birçok şerefli hizmetler hazırlamış bulunuyor. Fakat kurmaylarınızın ilmi hesaplarından ayrılarak bir takım çapraşık hislere kapılmakla şahsınızı ve memleketi felakete de götürebilirsiniz. Ben Almanların Tevali’ül Mülûk’le, Muhyiddin Arabî’ye isnad edilen kehanetlerle oynadıkları oyunlar hakkında dikkatinizi de çekmiştim. Bu yaveler, saf halk, hatta aydınlar arasında bile o kadar işlendi ki herkes artık Turan’ı, Mısır’ı ele geçirmek için bir orkestra şefi arıyor! Almanlar bunun üzerinde özellikle bir yıldan beri çok çalıştılar. Sonunda savaşa girdik. Cihad da ilan ettik. Fakat Almanlar şimdi bizden gücümüzün üstünde istila hareketleri isteyeceklerdir. Bunların, sizin kumandanızla mümkün olacağı hakkında kehanete başladıklarını sanıyorum. İhtimal ki bunu size bir Almanla değil bir Arap sarıklısıyla söyletmiş olabilirler. Size bütün samimiyetimle yalvarırım, eğer elinizle ya da başka şekillerle falınıza baktırdınızsa katiyyen söylenen şeylere inanmayın. Bunun tertipli bir propaganda olduğunu kabul edin ve zihninizden tamamen defedin. Hesaplı hareket etmek şartıyla zaten sizi pek şerefli işler beklemektedir. […]

Karabekir devamla Enver Paşa’ya Azîz Ali el-Mısrî örneğini verir. İttihatçılıkla başlayan hayat çizgisi, Arap milliyetçiliğinin sembol isimlerinden biri olarak nihayete eren Azîz Ali; Cemal Abdünnâsır ve Enver Sedat gibi Mısırlı liderlerin de ideolojik babasıdır. Karabekir’in aktardığına göre Azîz Ali’nin Osmanlılıktan Panarabizme giden yol ayrımına gelmesinde, İngilizlerin kendisine yönelik benzer telkin ve müjdeleri etkili olmuştur.[30]

Öte yandan Şevket Süreyya Aydemir’in haber verdiğine göre, İngilizler İbnü’l-Arabî’yi Araplar nezdinde bir propaganda aracı hâline getirmekten çekinmemiştir. Arap İsyanı sırasında yayılan kehanete göre bir gün Mısır’dan bir “en-Nebî/el-Nebî” çıkacak, Nil suyunu Sina çölüne akıtacak ve Araplık kurtulacaktır. İşaretlerle beraber Arapların kurtarıcısı da artık ortaya çıkmıştır: Mısır’da başlattığı askerî harekâtını Anadolu topraklarına kadar ilerleten İngiliz generali Allenby![31]

Bu kehanetin İngilizler -özellikle Evanjelistler- nezdinde de bir inandırıcılığı vardır. Yalnız İbnü’l-Arabî’nin ismi zikredilmez ve bu kehanette Nil’in suyu Filistin’e akıtılır. Gerçekten de İngilizler, ordularının ihtiyacını karşılamak amacıyla Nil’den Filistin’e su nakliyesini sağlayan bir sistem kurmuşlardır. Yani kehanetteki bir kelime değişikliği, maksadın hasıl olmasını sağlamıştır. Allenby’nin kendisinin de -İncil’e dayanarak- Kudüs’ü kurtarmak için seçilmiş olduğuna inandığı nakledilir. Tüm bunlar bir yana, İngiliz propaganda makinasının yerli Arap halkı ürettiği bir kehanetle etkileyebilmesinin cidden bir başarı olduğu, kabul edilmesi gereken bir gerçekliktir.

              Artık Etkisizleşen Fakat Hatırda Kalan

Cumhuriyet’in özellikle ilk dönemlerinde -Osmanlı bakiyesi zevat arasında- Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin yine bir teyit noktası olarak değerlendirildiğini görüyoruz; hâlbuki Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin en öne çıkarılan kehanetleri tutmamış, Osmanlı Devleti ve Hilâfeti sona ermiştir. Bu teyit olgusunu iki isim üzerinden değerlendirebiliriz.

İlk nakilleri yapan Türkiye İslâmcılığının tartışmalı ismi Kadir Mısıroğlu’dur. Mısıroğlu’nun hatıratı Benden Tarihe Haberler’de Münip Hayri Ürgüplü’den -yani üçüncü ağızdan olarak- naklettiğine göre; Osmanlı’nın son şeyhülislâmlarından Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi (v. 1921) ile ulemâdan Ahmed Mâhir Efendi (v. 1925); Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin işaretiyle Hilâfetin önce ilgâ, daha sonra da ihyâ edileceğini öngörmüştür. Mısıroğlu, benzer ifadeleri hattat ve âlim Erzurumlu Mustafa Necati (Dumlu) Efendi’den de daha ileri tarihli kehanetlerle beraber dinlediğini nakleder.[32] Herhalde olacakların adım adım nakledildiği bu kehanetler kitleleri dirençli tutma adına gayet işlevseldir. Fakat bu işlevsellik, gerçekleşmeyen bir kehanetin revize edilerek güncellenmesi ve daha ileri bir tarihe atılması şeklinde olmuştur.

İkinci olarak kültür tarihçisi Osman Nuri Ergin’in, muhalled eseri Türkiye Maarif Tarihi’nde Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den bahis açtığını görüyoruz. Şerhler üzerinde de tetkikte bulunan Ergin; cifr ilmine dair örnekler verdikten sonra Şeceretü’n-Nu’mâniyye üzerine bazı değerlendirmelerde bulunur.[33]

Ergin, “Sin-şın” kehanetini naklettikten sonra buna getirilen alternatif bir yorumu da aktarır. Buna göre Mustafa Sâkıb Dede (v. 1735) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân’da, Sahîh Ahmed Dede (v. 1813) ise Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye’de “sin”den kastın Mevlevî büyüklerinden Sultan Divanî “Semâî” olduğunu ve İbnü’l-Arabî’nin kabrinin bu zat tarafından ortaya çıkarıldığını naklederler. Fakat Ergin bu izahı zayıf bulur. Zaten bu iki kaynağın yanı sıra Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye müellifi Esrâr Dede (v. 1796/7) de olayı farklı anlatır. Buna göre Mısır’dan dönmekte olan Sultan Divânî; Şam’da iken Sultan Selim’in meclisine dahil olup kendisiyle sohbette bulunur. Sultan’a; Çerkesleri yeneceğini, Mısır ve Arap mülküne sahip olacağını, Hac yolunu nizama koyacağını ve nihayet İbnü’l-Arabî’nin türbesini ortaya çıkaracağını müjdeler. Sultan Divânî’nin, daha doğrusu Mevlevîlerin Şam’a girişini haber veren ise İbnü’l-Arabî’nin başka bir beytidir.

Ergin, sondan bir önceki Memlûk sultanı Kansu Gavrî’nin (v. 1516) isminin de Şeceretü’n-Nu’mâniyye’de işaret edildiğini; (Hokand Hanlığı’nın elçisi olarak uzun yıllar İstanbul’da bulunan) Halvetî-Şâbânî şeyhi Yâkub Han Kâşgarî’nin (v. 1899) Şeceretü’n-Nu’mâniyye’deki bir cümleden -kısmî bir değişiklikle- Sultan Abdülaziz’in hayatının bir makasla son bulacağını istihrac ettiğini ifade ve kabul eder.

Osman Nuri Ergin -bir kısmı kendisine, bir kısmı da gazeteci ve hukukçu kimliğiyle tanınan Abdurrahman Adil Eren’e ait olmak üzere- o dönem dillerde dolaşan bir kıtadan yaptığı çıkarımlarını da nakleder. Buna göre İbnü’l-Arabî; Mısır’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkışını, yeni kurulan Arap devletleri ile Arabistan’da idarenin yeniden Araplara geçişini, I. Dünya Savaşı’nı ve İstiklâl Harbi’nin zaferle sonuçlanacağını işaret etmiştir. Görüldüğü üzere Şeceretü’n-Nu’mâniyye; faklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, iki tarafın birden aradığını bulabileceği bir cephanelik vazifesi görmüştür.

İlerleyen dönemde giderek eski popülerliğini kaybetmiş olsa da, İslâmî camiada eser hafızalardan silinmemiştir. Örneğin Sezai Karakoç “Sin-şın” rivayetine atıfla İbnü’l-Arabî’yi “Gelecek zaman fiillerinin uzmanı” olarak tavsif eder.[34] İslâmî hareketler içindeyse özellikle Said-i Nursî cifr ve ebced konusundaki yorumları ile dikkat çeker. Risâle-i Nur’da başka birçok âlim gibi İbnü’l-Arabî’nin de “pek çok ihbârât-ı gaybiye” sahibi olduğunu yazan Nursî; cifr ve ebcedle elde ettiği çıkarımların ilmî dayanaklarından biri olarak İbnü’l-Arabî’yi işaret etmiştir. Yine Osmanlı’nın son büyük din âlimlerinden Zâhid el-Kevserî (v. 1952) de Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den övgüyle bahsederek, gaybî haberlere ulaşmanın imkânına eseri bir delil olarak göstermiştir.[35]

              Yeniden Gelen Popülerlik

Görüldüğü üzere Şeceretü’n-Nu’mâniyye, her kapıyı açan bir anahtar hükmündedir. Propaganda makinasının çok daha güçlü işletildiği, iletişim olanaklarının gelişmesiyle bilginin doğru/yanlış denmeden çok hızlı yayıldığı bir dönemde -akademik olarak sahihliğine pek itibar eden kalmamış olsa da- Şeceretü’n-Nu’mâniyye de yeniden işlevsel bir “eser” hâline getirilmiştir. Arap dünyasında -bazen farklı isimlerle de olsa- Körfez Savaşı’nı, Arap Baharı’nı, başa geçecek devlet başkanlarını/kralları haber verebildiği gibi popüler Türk medyasında devlet adamlarına ve parti liderlerine ismen yaptığı işaretler veya devletin geleceğine dair öngörüleri yer bulabilmekte, böylece kitlelerin psikolojisine yön verilmektedir. Başındaki yöneticinin ve devletinin seçilmiş ve ilâhî bir himaye altında bulunuyor olmasından geniş halk kitlelerinin duyacağı memnuniyet izahtan vârestedir. Zira insan fıtratı belirsizliklerden hoşlanmaz, buna karşılık her şeyin ilâhî bir plan doğrultusunda gerçekleştiğine ve gerçekleşeceğine inanmaya çokça isteklidir. Bu konuda net sınırlar bulunmadığı için de mesele nerede duracağı belli olmayan bir seyir izlemektedir, bunun yalnız Osmanlı veya İslâm tarihinde değil dünya tarihinde de olumsuz örnekleri çoktur. İşte bu minvalde İbnü’l-Arabî de Nostradamus ve Baba Vanga gibi kehanetleri bitip tükenmeyen bir figür hâline getirilmeye çalışılmaktadır; çünkü eldeki metin yeterince muğlak olduğunda herkes, her istediğini satırların arasından çıkartabilir. Nihâî durum ise şudur ki; bu popülerlik İbnü’l-Arabî’ye -ihtiyacının olmadığı- bir büyüklük katmaktan çok, fikriyatının önüne geçip anlaşılmasına zarar verecek bir hâle doğru yavaşça evrilmektedir.

HALİL KARATAŞ


Kaynakça

[1] Abdullah Taha İmamoğlu-Veli Karataş, “İrâde-i Seniyyeyi Hadislerle Desteklemek: II. Mahmud Dönemi Şeyhülislamlarından Yâsincizâde Abdülvehhâb Efendi ve Hulâsatu’l-Burhan fî İtaati’s-Sultan Adlı Risalesi”, Artuklu Akademi: Mardin Artuklu Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, c. III, sayı 1 (2016), s. 45.

[2] Abdülgani en-Nablusi ve Osmanlı Tarihine Dair Eseri, haz. Gülcan Avşin Güneş-Hasan Hüseyin Güneş, İstanbul 2020, s. 61.

[3] Bekri Alaaddin, Abdülgânî Nablusî – Hayatı ve Fikirleri, çev. Veysel Uysal, İstanbul 1995, s. 164.

[4] Şirvânlı Fâtih Efendi, Gülzâr-ı Fütûhât, haz. Mehmet Ali Beyhan, İstanbul 2001, s. 47; Es’ad Efendi, Üss-i Zafer (Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair), haz. Mehmet Arslan, İstanbul 2005, s. 145.

[5] Emîn Efendi, Osmanlı Hayatından Kesitler – Menâkıb-ı Kethüdâzâde el-Hâc Mehmed Ârif Efendi, haz. Hasan Gürkan-Hür Mahmut Yücer, İstanbul 2009, s. 366, 408-409.

[6] Bruce Masters, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapları 1516-1918, çev. Feray Coşkun, İstanbul 2017, s. 130-131, 145.

[7] Zîver Paşa, Dîvân ve Münşe’ât, haz. Mehmet Arslan, Sivas 2009, s. 488.

[8] Ramazan Biçer, “Harput’lu İshak Efendi’nin Kelâmî Görüşleri”, Dünü ve Bugünüyle Harput, Elazığ 1999, c. II, s. 261.

[9] İbn Haldun, Mukaddime [Osmanlı Tercümesi], ter. Ahmed Cevdet Paşa, haz. Yavuz Yıldırım-Sami Erdem-Halit Özkan-M. Cüneyt Kaya, İstanbul 2009, c. 3, s. 151; Ahmed Cevdet, Kısas-ı Enbiya, haz. Mahir İz, Ankara 1985, s. 165-166.

[10] Veli Baba Menakıbnamesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul 1993, s. 69.

[11] Tayyâr-zâde Atâ, Osmanlı Saray Tarihi – Târîh-i Enderûn, haz. Mehmet Arslan, İstanbul 2010, c. V, s. 20.

[12] Eyüb Sabri Paşa, Mir’âtü’l-Haremeyn, haz. Ömer Fâruk Can-F. Zehra Can, İstanbul 2018, c. 2 (Mir’ât-ı Mekke), s. 1370-1373.

[13] İsmail Kara (haz.), Hilafet Risâleleri, İstanbul 2002, c. 1, s. 343-352.

[14] İsmail Kara (haz.), age, İstanbul 2002, c. 2, s. 281-349.

[15] İsmail Kara (haz.), age, İstanbul 2002, c. 1, s. 261-282.

[16] İmad Abdüsselam Rauf, “Halil el-Venah (Siretuh-Rıhletuh-Âsaruh)”, https://www.alukah.net/culture/0/63460/%D8%AE%D9%84%D9%8A%D9%84-%D9%88%D9%86%D9%87-%D8%B3%D9%8A%D8%B1%D8%AA%D9%87-%D8%B1%D8%AD%D9%84%D8%A7%D8%AA%D9%87-%D8%A2%D8%AB%D8%A7%D8%B1%D9%87/ (Erişim tarihi: 14.04.2025)

[17] Ahmed bin Zeynî Dahlân, el-Fütûhâtü’l-İslâmiyye baʿde mudiyyi’l-fütûhâti’n-nebeviyye, Mekke 1302, c. 2, s. 248.

[18] Yunus Emre Gördük, “İşârî Tefsirin Mahiyeti, Meşrûiyeti ve Bâtınî Yorumdan Farkı”, Marife, 11/2 (Yaz 2011), s. 21-22.

[19] Maruf Toprak, Son Dönem Aleviyye Şeyhlerinden Fadl b. Alevî’nin Hayatı ve Tasavvufî Görüşleri, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa 2018, s. 41.

[20] Bruce Masters, age, s. 224.

[21] Gerald T. Elmore, Islamic Sainthood in the Fullness of Time: Ibn al-‘Arabi’s Book of the Fabulous Gryphon, Leiden 1999, s. 6-7.

[22] Mehmed Said Hatiboğlu, “Osmanlı Anayasasına İslâmî Destek Gayreti”, İslâmiyât, c. 2, sayı 4 (1999), s. 7-12.

[23]Miguel Asín Palacios, El Islam Cristianizado, Madrid 1931, s. 115.

[24] İbn Haldun, age, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 2007, c. 1, s. 624 [dipnot].

[25] Özkan Öztürk, “İdil-Ural Âlimlerinden Rızâeddîn bin Fahreddîn’in (1859-1936) İbn Arabî Değerlendirmesi”, Tasavvur: Tekirdağ İlahiyat Dergisi, c. 6, sayı 2 (Aralık 2020), s. 663.

[26] M. Reşid Rızâ el-Hüseynî, İslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, çev. Ahmet Hamdi Akseki/sad. Hayreddin Karaman, Ankara 1974, s. 73-77.

[27] Mehmet Ali Ayni, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?, haz. İsmail Kara, İstanbul 2020, s. 39-44.

[28] Şânî-zâde Mehmed ‘Atâullah Efendi, Şânî-zâde Târîhi (1223-1237/1808-1821), haz. Ziya Yılmazer, İstanbul 2008, c. I, s. 454-455.

[29] Vâhit Lütfî Salcı, “Kızılbaş Şairleri XII”, Halk Bilgisi Haberleri, yıl 10, sayı 118 (Ağustos 1941), s. 220.

[30] Kâzım Karabekir, Birinci Cihan Harbine Nasıl Girdik?, haz. Faruk Özerengin, İstanbul 2000, c. 2, s. 220-238.

[31] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, İstanbul 1985, c. III, s. 290-291.

[32] Kadir Mısıroğlu, Benden Tarihe Haberler, İstanbul 2016, s. 16-20.

[33] Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1977, c. 3-4, s. 1070-1073.

[34] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, İstanbul 2003, s. 236.

[35] Abdülkerim Seber, “Cifr/Ebced Metodunun Kur’an’a Tatbiki ve Ehl-i Beyt’le İlişkisi”, Marife: Dini Araştırmalar Dergisi, c. IV, sayı 3 (2004), s. 245.


Yazı Dizisi

Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (1)
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (2)
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (3)
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (4)

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir