Çikolata Kutusundaki Hayat

Üniversitede futbol takımının en gözde oyuncusu, masa tenisi turnuvasının esaslı şampiyonu, teğmenini ateş hattından çekip kurtaran gerçek bir kahraman, Elvis Presley’e dansı öğreten ufaklık, Bubba-Gump karides şirketinin çim biçen milyoner patronu, kitleleri peşinden koşturan eşofmanlı derviş, Alabamalı Prens Mişkin… Alık, saf ve biraz da ebleh gibi yansıtılır fakat el attığı her işte zirveye oynar Forrest. Çünkü kabul eder. Her şeyi. Olduğu gibi. O an. Henüz küçücük bir çocuk olmasına rağmen yaşıtlarının aksine bacaklarına takılan o korkunç metal çubuklardan rahatsızlık duymaz. Görür, şaşırır, kalkar ve kliniğin sert zeminine yüzüstü kapaklanıncaya dek paytak paytak dolanır.

Kabulleniş sırlı bir anahtardır. Hayat bazen didişip durulduğunda değil aksine boş bakıldığında berraklaşır. Mana, kimi zaman o esrarlı formülle çözülüverir. Forrest’ın tüm hikâye boyunca devam eden başarılarının asıl sırrı; her defasında şansının yaver gidişinde veya her defasında doğru ata oynayışında değil, hayatın karşısına çıkardıklarına direnmeden ve mevcudu değiştirme çabasına girişmeyip olanı olduğu şekliyle kabul edişinde yatar. Yani hayata içini görebilecek denli boş bakabilmesinde… Hayatın ona sunduğu esaslı bir kıyaktır bu. Hakiki bir sihirli değnek.

Ordudaki yegâne görevinin ne olduğu sorulduğunda “Verilen emir talimatları eksiksiz yerine getirmek” olduğunu haykırır çılgınca. Analitik düşünmez. Rasyonel hareket etmez Forrest. Çünkü aklı temsil etmez. O yüzden de Forrest olmak sorgulamadan yapmayı, koş denilince yalnızca koşmayı gerektirir.

“Neden ölüyorsun anne?” 

“Vaktim doldu. Sıram geldi. Sakın korkma bir tanem ölüm de hayatın bir parçası. Hepimizin kaderinde olan bir şey.”

Yanı başına oturduğu ölüm döşeğindeki annesinin bu cevabı Forrest’ı daha o an tatmin eder. İkna olur ölümün sert gerçekliğinin de hayata dair olduğuna.

Jenny’nin mezarı başında gözyaşlarını görsek de hikâye boyunca onun hiç depresif, stresli, gergin, telaşlı veya karamsar olduğuna şahit olmayız. Forrest her an bir tür vecd hali içerisinde gibidir ve onun bu hali muhatabına bir şey anlatır aslında. Kabullenişe sığınan insanoğlunun kendini içinde bulduğu huzuru… Forrrest, kendine sorduğu “Hepimizin bir kaderi mi var yoksa hepimiz rüzgârda bir tüy gibi uçuşuyor muyuz?” sorusunu yine kendi cevaplar, “Bilmiyorum.” Tüy önemlidir. Filmin hikâyesi narin ve beyaz bir tüyün tüm hafifliğiyle yere düşmesiyle başlar. Ve o narin ve beyaz tüyün yerden havalanıp süzüle süzüle uçuşuyla da sona erer. Tıpkı güneşle arz arasında sıkışan ve yolculuğunu tamamlamak adına oradan oraya sürüklenip duran insanın hikâyesi gibi… Filmin girişindeki o tüy, yeryüzüne düşen insanın ta kendisidir. Hikâyesi ise insanın hikâyesidir. Günün birinde yeryüzüne sessizce düşmek ve yine günün birinde yeryüzünden sessizce uçup gitmek… Her insan tekinin tüm hikâyesi budur, bu kadardır. Aldığı ilk nefesten verdiği son nefese kadarki süreçte başından geçen tüm olan bitenin hülasası kimsenin fark etmediği bir tüyün yeryüzüne düşüp sonra da tekrar havalanmasıdır. Tüyün o salınımları, yön değiştirmeleri ve savrulmaları ise insanın kendini üzerinde bulduğu bu yeryüzü serüveninde başına gelenler ve başından geçenlerdir. Yani kaderi…

Esasında Forrest, film boyunca hep aynı şeyi fısıldar kulağımıza. İnsanın kaderinin rüzgârda tesadüfen savrulan bir tüyden farksız olduğu bu hayata haddinden fazla mana yüklemek bir çeşit haksızlıktır, der usulca. Toy ağrılar, lüzumsuz kaygılar, çocukça mutsuzluklar için annesinden aşırdığı o sihirli bir formülü ifşa eder: Hayat fena halde bir kutu çikolataya benzer, der. İçinden ne çıkacağını asla bilemezsin.

Eren Buğdaycı

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir