Yazar Sadık Yalsızuçanlar ile Edebifikir okurları için edebiyat, sinema ve insanın halleri üzerine güzel ve samimi bir söyleşi gerçekleştirdik. (Celal Kuru)
***
Neredeyse edebiyatın her alanında eser verdiniz. Öykü, roman, deneme, masal. Bir de yönetmenlik tarafınız var. Bütün bunları bir arayışın yani kendini bulma isteğinin sonucu olarak görebilir miyiz? Cevabınız evet ise kendiniz ile ilgili keşfettiğiniz en büyük gerçek nedir?
Arayış da denebilir. Ama ben bunu, ilgi alanlarımın çeşitliliğiyle açıklıyorum. Sinemayı, çocukluğumdan beri tutkuyla seviyordum. Babam sinema işletmecisiydi. Malatya’da sineması vardı. Çocukluğumda çok film seyrettim. Sinemayla dolu bir ilkgençlik dönemi geçirdim. Edebiyat fakültesinde okudum. Okumaya yazmaya karşı yine tutkulu bir isteğim vardı. Seksenli yılların başlarından itibaren yazıyorum. İş olarak da televizyonculuk yaptım. TRT’de yıllarca çalıştım. Belgeseller çektim. Edebiyatın bütün alanları aslında aynı isteğe hizmet ediyor: İnsanın kendisini ifade etmesi, ne bileyim, dünyayı, varlığı anlamlandırmaya çalışması. İçinde beliren soruları izlemesi. Onları cevaplamak isteği. Bütün bunlar -şiiri istisna tutalım- öykü, roman, masal gibi anlatılara ihtiyaç duyuyor. Bazı hikâyelerimi masal dili ve kurgusuyla yazdım. Romanlarım yine hikâye gibidir, içinde masalsı şeyler vardır. Kendimle ilgili gerçeklere gelince, onları zaten hikâyelerimde, romanlarımda, yazılarımda anlatmaya gayret ettim. Öğrenmeye çalışan biri olarak kendimi niteleyebilirim. Kendimce bildiğimi sandığım, anladığımı zannettiğim şeyler var. Onların bir kısmını yazmak için çaba gösterdim. Hepsi bu.
Metinlerinizde tasavvuf, felsefe, gelenek, modern, postmodern, yeraltı edebiyatı, uçmağa varan bir derviş, esfeli safiline düşmüş ya da ahseni takvime yükselmiş insanlar hep bir arada harmanlanmış durumda. Aslında bütün bunlar kâinatın özü olan bir insanın iç dünyasının med cezirleri midir?
Evet, öyle denebilir. İnsanın halleri, Behçet Necatigil’in dediği gibi. Ya da evin halleri. “Evin yalın hali / İster cüce, ister dev / Camlarında perde yok / Bomboş, ev.” Sonra i hali geliyor. Uykuların tatlandığı sabah, diyor. Evi bırakacaksınız… E hali, sırtınızda yılların yorgunluğu, akşam erkenden eve… Eve dönmekten söz ediyor. De hali saadet, diyor. Evin ışıkları… Den hali, evden uzaklık… İçindeyken de ayrılmak evden. İnsanın halleri bunlar. Benim yazı hikâyemde, tasavvuf edebiyatımızın çok etkisi oldu. Belirleyici oldu diyebilirim. Hz. Yunus’u ve özellikle Hz. Mevlana ile Şeyh-i Ekber’i tanıdıktan sonra… Dünyam büsbütün değişti diyebilirim. Bir yandan da hem geçmiş hem de çağdaş Batı edebiyatlarını okuyordum. O dünyalarla karşılaştıkça yazı ortamı çeşitlendi. Konular bakımından, anlatım özellikle açısından. Bu yüzden benim bir kitabımı okuyup genel edebî dünyama ilişkin fikir yürütmek yanıltıcı olabiliyor. Farklı konulara, anlatım biçimlerine ilgi duydum öteden beri. Siz buna med cezir diyebilirsiniz.
Hikâyelerinizi okuyanlar arasında Ahmed-î Yesevî, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini gördüm diyenler olduğu gibi Kafka ve Borges’i gördüm diyenler de var. Sizce yerlilik nedir, evrensellik nedir?
Öyle deniyorsa benim için çok büyük bir mutluluk olur. Heyecan verici bir şey. Hacı Bayram-ı Veli, Ahmed-i Yesevî gibi ulu sultanların dünyalarına nüfuz etmeye çalıştım. Batı edebiyatından da severek okuduğum yazarlar oldu. Onlardan da bazı gölgeler, izler düştü dünyama. Ama bunu evrenselliğin kriteri gibi vaz etmek pek isabetli olmayabilir. Batı evrenselliğinden söz ediyorsanız tabiî o farklı bir sorun. Âlemşümûllük ise çok daha farklı. Yunus Emre, âlemşümûl bir dile sahip. Onun duyguları ve düşünce dünyası, İslâm irfanının âlemşümûl özelliklerini taşıyor. Ama Batı evrenselliği, Batı merkezli bir dünya algısına bağlı olarak, “hakikat”i kendi idrâk sınırları içine hapsederek yeniden tanımlıyor. Yunus Emre’yi o ölçütlere göre evrensel bulmayanlar olabilir. O, kendi aslî hüviyeti içinde, İslam’ın âlemşümûl ilkelerini yansıtan bir âriftir.
Genel yayın yönetmenliğine gelişinizle Edebiyat Ortamı dergisi bir ivme kazandı. Diğer yayın türlerine göre derginin farklı bir heyecanı var mı?
Daha önce de dergi işleriyle uğraşmıştım. Seksenli yıllarda, doksanlarda birkaç derginin yayın yönetmenliğini yapmıştım. Edebiyat Ortamı tabiî biraz farklı. Dijital yayınların yaygın olduğu bir zamanda yayımlanıyor. Benim gençlik dönemimden sonra neredeyse iki kuşak geldi, duyarlık ayrışması oldu. Şimdiki kuşağın beğenilerine, eğilimlerine ve beklentilerine göre biçimlenen bir zamanda yayımlanıyor. Ama nöbeti devraldıktan sonra derginin gerek biçimi gerekse içeriğiyle ilgili bir değişim yaşandı. Bu da okurlara sıcak ve sevimli göründü. Dergiye ilgi arttı. Yazı akışı hızlandı. Mehmet Ali Bulut ağabey, Yunus Nadir ve diğer kardeşlerimizle, derginin gençler için bir iletişim ortamı haline gelmesi için uğraşıyoruz. Bizden önce dergiyi kotaran arkadaşların da amacı bu idi. Biz, bu amaca sadık kalmakta ne kadar isabetli davranacağız, zaman gösterecek. Bir de dediğim gibi, derginin kapak ve iç düzeneğini değiştirdik. Hâlâ uğraşıyoruz. Dergi işlerini bendeniz, edebiyatla ilgili çabaların bir türü olarak görüyorum.
Akışkan bir medyada acının, bedenin, şiddetin hülasa her şeyin pornografisinden nasibimize düşeni alıyoruz. Siz ise “Odaklı yayıncılık”ı tartışmaya açmıştınız yıllar önce. Bir meseleye odaklanan ve o meseleyi seyircisine öğretene kadar odağı bozmayan bir yayıncılık hayaliniz hâlâ var mı ve bu mümkün mü?
Yapılıyor biliyorsunuz. Tematik kanallar var. Belgesel video kanalları. Müzik mesela, sadece müzik yayınlayan kanallar. Spor kanalları. Haber kanalları var. Film kanalları… Şimdilerde dijital video platformları yaygınlaşıyor. Televizyonun pabucu kısmen dama atıldı. Sinema etkinliğini hâlâ sürdürüyor. Ama onun da yapılma, gerçekleştirme yöntemleri değişiyor. Daha da değişecek, çeşitlenecek diyebiliriz. Televizyonun odaksızlığının şöyle bir fenalığı var: Bir içeriği aktarıyor. Alıcı onu alıyor ve bir duyarlık oluşuyor. Ardından başka bir içeriğe geçiliyor, önceki duyarlık buharlaşıyor. O bitiyor başkası başlıyor… Böyle böyle alıcıda pek bir şey kalmıyor geriye. Tabiî televizyon Godard’ın dediği gibi tümüyle kurmaca bir gerçeklik üretiyor. Haber de aktarsanız böyle. Kaldı ki haberin seçimi, yansıtılma biçimi zaten bir tür manipülasyon. Bu yüzden tema odaklı televizyonu bendeniz daha etik bulduğumu söylemiştim. Televizyon ve Kutsal diye bir kitap yazmıştım. Kutsal içeriğin ekrandan yansıtılmasına ilişkin soru(n)ları tartışmaya çalışmıştım. Kutsal içerik derken her türden dinî malzemeyi kastediyorum. Bunu da özellikle Ramazan’larda çok yaşıyoruz biliyorsunuz. Bu, seyircide nasıl bir etki oluşturuyor bakmak lâzım. Televizyonun ancak etik içinde kalınarak açımlanabilecek bir ikonografiye sahip olduğunu söylemişti Ünsal Oskay. Çok doğru. Bir de buna, haber dâhil her türden içeriğin dramatik bir formda sunulduğunu eklemek lâzım. İşte burada hayli sorunlu bir iletişim ortamından söz eder hale geliyoruz. Bizde iletişim kuramı da yok. Sinema ve televizyona ilişkin, bizim kuramsal birikimimiz yok. Batılı kuramları aktarıp duruyor iletişim bilimcilerimiz. Bu da sorunu derinleştiriyor.
Rüya sinemasının rüyalarını hâlâ görüyor musunuz?
Rüya Sineması bir tür sinemaya ilişkin duygularımı, anılarımı ve düşüncelerimi aktardığım benim için de özel bir kitaptı. Fakat bizim böylesi denemeleri abartma eğilimimiz yüzünden yanlış mecralara doğru sürüklendi. Millî, ulusal, beyaz, irfanî sinema gibi kavramlaştırmalar oldu. Rüya Sineması öyle bir şey değildi. Filmin bir düş makinası olduğunu, sinemayla rüya arasında olgusal benzerlikleri filan anlatıyordu. Bunu sinema ideolojisi gibi algıladı bazıları. Değildi. Bir de bazı gereksiz ve önyargılı tartışma girişimleri oldu. Berhava edildi. Kitap orada öylece duruyor. Maarif Mektepleri yeniden yayımladı. İbrahim Sertkaya’ya da teşekkür edeyim bu vesileseyle. Yönetmen olmayı çok istiyordum, film yapmayı. Olmadı. TRT’nin kadük zamanlarına denk geldik. O dönemden birkaç yönetmen, TRT’nin hantallığına saplanmadan, yeteneklerini ortaya çıkarabildiler. Ben yapamadım. Kısmet. Rüyasını o zamanlar çok görürdüm.
Bizler fani damgası yemişler, altmış yetmiş yıllık bir hayat süreceğimizi ve sonunda bu dünyayı terk edip gideceğimize yakînen inanmışlar olarak niçin yazarız? Bu gayret de bir ölümsüzlük çabası mıdır?
İnsan yeteneğinin, güzelliğinin bilinmesini, görünmesini istiyor. Ego, görünmekten haz duyuyor. Yazmanın bir motivasyonu bu sanırım. Ama niçin yazıyoruz, neden anlatıyoruz, bunlar biraz karmaşık şeyler. Bugün Türkiye’de kaç şair, yazar, “yazmasam ölürdüm” der, bilmiyorum. Ben yazmasam ölmezdim. Ama yazmayı çok istemişim ki, seksenlerin başından beri yazıyorum. Yazmak zor, tatsız yanları da olan bir şey. Bir masaya bağlı yaşıyorsunuz. Daktilo, bilgisayar, kâğıt kalemle geçen, pek de eğlenceli olmayan, zahmetli bir hayat. Para için yazanlar vardır, ün için, etkinliğin şehveti için ne bileyim pek çok motivasyondan söz edilebilir. Ben niçin yazıyorum? Bilmiyorum. Yazmayı seviyorum.
Bundan iki yüz yıl önce yaşayan bir insanın ömrü boyunca maruz kalabileceği görüntüye, iletiye biz bir günde kalıyoruz. Bunca kesret içinde vahdeti nasıl bulacağız?
Öyle düşünmeyiniz. Eskinin de sorunları vardı. İki yüzyıl önce yaşarken de çokluk içinde birliği idrak edenler vardı. Çoklukta boğulanlar olurdu. Hz. Yunus, “bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” diyor. Bir başka şiirinde, Moğollar’ın yakıp yıktığı yerlere bakarak, “Gitti beyler mürveti / Binmişler birer atı / Yediği yoksul eti / İçtikleri kan olısar” diyor. Durum aynıydı demek ki. Tarih tekerrürden ibarettir. Tecelli tekrar etmez ama oluş süreklidir. Niyazî Mısrî hazretleri gibi, “cümbüşü gösterensin şekl ü hayâl içinde” diyeceğiz. Bu ilahî cümbüş, O’nun muradıdır. Biz, nefsimize ve Hakk’a bakacağız.
Zünnûn el-Mısrî, “Allah’ı en iyi tanıyan O’nun hakkında en fazla hayret edendir.” derken Cüneyd-i Bağdâdî, “Düşüncenin ulaşabildiği son nokta hayrettir.” buyuruyor. Modern zamanlarda nefes alan birileri olarak sizce “hayret”e ulaşma ihtimalimiz var mı? Varsa hayret yoluna nasıl girebiliriz?
Ben, genelde sanatın, özelde şiirin odağında, ‘hayret’ kavramının yer aldığını sanıyorum. Hayret, hem düşüncenin hem de T.S. Eliot’u göre, ‘düşüncenin duyguya dönüşümü’ olan şiirin ortaya çıkmasında temel bir hareketleyicidir. Hayret’i, ‘şaşma, şaşırma, şaşakalma, ne yapacağını bilememe’yi de içerir biçimde hatta, Heidegger’in, “Nedir Bu Felsefe?”deki kastını da içine alarak; daha çok, Yaratıcı’nın varlığı karşısında dimağın kamaşması olarak kullanıyorum. Dimağdan kastım ise, ortaçağda ‘akıl’ı ama kalbî akıl’ı karşılayan intellectus kavramının îmâ ettiği tefekkür aracıdır. Böylece hayret bir iç-duyum haline dönüşüyor. Yani, bir nesne, var olan hatta varlık karşısında insanın gözündeki perdelerin ortadan kalkmasına yol açan bir hal. Yunus’un, sonunda “ballar balını bulduğu” yolculuğunu anlatırken söylediği, “Hak bir gönül verdi bana / Ha demeden hayran olur”daki hâl. Bu hâlin, bir şaşırma, şaşakalma olduğu kesin. Ama sadece şaşırma olmadığı da. İnsan, daha önce hiç görmediğini gördüğünde, duymadığını duyduğunda, tahayyül etmediğini ettiğinde şaşırmadan öte bir şey yaşar. Burada hayret, hem hayreti gerektiren hâlin ateşleyicisidir hem de sonuçlarındandır. Ateşleyicisidir, çünkü, bir nesneye, olguya, var olana veya varlığa, ‘hayret’le bakıldığında, ondaki gizli yüz görünebilir. Sonucudur, çünkü, insan hayret ederek hayran olabilir ve baktığında yeni bir veçhe görebilir. Böylece, hayret, hem bir tür düşüncedir hem de dönüşümdür. Sadece düşünce değildir, çünkü hakikat düşüncelerde değildir.
Durup dururken içinizin acıdığı, hiçbir şeyin kâr etmediği, ne yapacağınızı şaşırdığınız anlar oluyor mu? Yoğun bir yalnızlığın her tarafınızı sardığı ve hiçbir insanın size yardım edemeyeceğinizi hissettiğiniz o an?
Olmaz mı? Sürekli. Sebepsiz hüzünlenirim. Kendimi çoğunlukla çaresiz hissederim. Yalnızlık meselesi ayrı. Allah var gam yok derler. Kadere inanan kederden kurtulur. Bu hâli de yaşıyorum. Ama şaşırdığım çok oluyor.
Bu söyleşi için çok teşekkür ederiz. Veda mahiyetinde neler söylemek istersiniz?
Ben teşekkür ederim. Lütfettiniz. Bir önceki sorunuzda söz ettiğiniz meseleyle ilgili Hz. Şeyh-i Ekber’in güzel bir sözü vardır. Onu çok severim. Bir kitabıma da motto olarak koymuştum: “Ayrılığa ulaşabilseydik, ona kendi acısını tattırırdık.” diyor.