Yağmur sonrası sükûneti çökmüştü yorgun sokaklara. Güneş ıslak saçlarını savurarak tekrar yerini alırken gökyüzünde, bulutlar ekmek kırıntıları gibi ufalanıp dağılıyorlardı. Ahmet Bey, yürürken kaldırım taşlarına basmaktan imtina ediyordu. Yağmur, sanki yarım asırdır cansız yatan taşlara göğün ruhunu üflemişti. Adım attığı her taş parçası, başını gövdesine bitiştirmiş de uyuyan kedi yavruları gibi ince ve tiz bir çığlık atıyordu. Fakat Ahmet Bey’in durup düşünecek, yağmur sonrasının hülyalı atmosferine kendini kaptıracak zamanı yoktu. Koskoca “Kestanecioğulları” ailesinin, soyu saraylara dayanan bu köklü ailenin itibarı söz konusuydu.
Henüz çocukken babasından dinlemişti, dedelerinin ne soylu kimseler olduğunu. Rivayet odur ki büyük büyük dedesi padişah sofralarını dahi süsleyen, lezzeti dillere destan kestane şekerleri yaparmış. Dükkânı Bursa Ulu Camii’nin yakınlarındaymış. Sanatının hakkını verir, ibadet bilinci içerisinde dualarla kaynatırmış şerbetini. Nice Osmanlı Hakanı hususi olarak bu tatlıyı payitahta getirtirmiş. Ahmet Bey’in düşündükçe gözleri doluyordu. “Böyle bir aileye lâyık olamazsan yazıklar olsun sana Ahmet.” Durumun hararetiyle beklediğinden çok daha yüksek çıkmıştı sesi. Kestanecioğulları’nın Bursa’nın en saygın ailesi olduğunu ne pahasına olursa olsun ispat etmeliydi, ne pahasına olursa olsun… Adımlarını iyice hızlandırdı.
***
Her şey üç gün önce başlamıştı. Ahmet Bey; oğulları, kardeşleri, gelinleri ve damatlarıyla birlikte Bursa’nın en eski muhitlerinden birinde Kestanecioğulları ailesinin göz bebeği konaklarında yaşıyordu. Aynı muhitte en az onlar kadar saygın olduğunu iddia eden başka bir aile daha yaşıyordu: Helvacıoğulları. Bu iki ailenin konakları tarihi sokağın iki ucuna yerleşmiş; âdeta iki yaşam tarzını, iki dünya bakışını temsil eden güç odakları haline gelmişti. Mahallenin tam ortasındaki Hamidiye çeşmesi ise etki alanlarının sınırını belirliyordu. Çeşmeden Kestanecioğulları konağına kadar olan evlerde yaşayanların ramazan sofralarında, misafirliğe giderken ikram olarak, bayramda seyranda tatlı tercihleri hep kestane şekeriydi. Mahallenin öteki yarısının tercihi ise süt helvası. Hikâye anlatıcısının yaşam tarzı, dünya görüşü falan diye zırvaladığına bakmayın. Aralarındaki fark hepi topu bundan ibaretti. Gel gör ki aile mensuplarına bakacak olursanız, dünyayı kaosa sürükleyen değme ideolojilerin bile bu kadar sadık mensupları yoktur.
İki ailenin de ikamet ettiği konaklar, zamanın yıpratıcılığına karşı koyamamıştı. Geniş kapsamlı bir tadilatın zamanı gelmiş de geçiyordu. Beklenildiği gibi konakların restorasyonu bir sidik yarışı halini almıştı. Döşemeler, duvar kâğıtları, kapı pencere işlemeleri, merdiven tırabzanlarının ince işçiliği, mutfak dolaplarıyla âdeta bir asalet ve zarafet savaşı veriliyordu. Tadilat süresince her günün sonunda mahalleliye konaklar içerisinde kısa bir tur attırılıyor ve fısıltı gazetesinin manşetleri belirleniyordu. Öyle ya insanlar tüm bu debdebeyi ve şaşaayı görüp anlatacaktı ki kimin daha saygın ve köklü bir geçmişe sahip olduğu belli olsun.
Görünen o ki, iki ailede konaklarının yeniden inşâsında hasımlarına belirgin bir üstünlük kuramamıştı. Her iki konak da gözleri kamaştırıyordu. Hatta mahalleli gün sonlarındaki kısa turlar sonunda hemen ayrılmak istemiyor, daha fazla vakit geçirip tüm bu görkemi hafızalarına iyice kazımak istiyordu. Fakat laf taşımalarına yetecek kadar temaşa ettikten sonra adeta yaka paça çıkarılıyorlardı. Aslında aile mensupları bu insanları evlerine davet edecek kadar kıymet vermezdi. Restorasyon bittikten sonra kuvvetle muhtemel iki konağın da eşiğinden içeri adım atamayacaklardı. Fakat kimin daha soylu olduğunun belirlenmesinde onların hakemliğine ihtiyaç duyuluyordu. Artık tadilatın sonlarına gelindiği bir safhada kimsenin beklemediği bir gelişme yaşandı. Tarihi rekabetin en son sahifesi henüz açılmıştı ve yazılmayı bekliyordu. Herkesin önemsiz gördüğü ufak bir detay, mutlak kazananı belirleyecek hayati bir konuma yükselmişti: Helâ taşı.
Hiçbir şekilde eşitliğin bozulamadığı zarafet yarışının son düzlüğünde, etkisiz bir elemanın tüm dengeleri değiştirebileceği kimin aklına gelirdi. Helvacıoğulları, yurtdışından özel üretim bir helâ taşı getirtmişti. Mahallelinin dediğine göre o kadar parlakmış ki -af edersiniz- helâya giren bir müddet gözleri aydınlığa alışsın diye beklemek zorunda kalırmış. İnsan dupduru bir suya bakar gibi kendi yansımasını görürmüş. Kestanecioğulları’nın bundan daha mükemmel bir helâ taşı getirebileceğine kimsecikler inanmıyordu. Ahmet Bey büyük büyük dedesinin saraylara uzanan namını bir helâ taşı uğruna çiğnetmeyecekti. Gidecek, gerekirse dünyanın en iyi helâ taşını bulup getirecekti. Ne pahasına olursa olsun…
***
Ahmet Bey kendisine yardım edebileceğini düşündüğü yegâne kişinin yanına gelmişti. Hacı Mustafa çok değerli bir aile dostlarıydı. Mürekkep yalamış, uzun yıllar Avrupa’daki üniversitelerde ders vermiş, çeşitli konularda kitaplar yayınlamış entelektüel bir insandı. Onun birçok kalburüstü tanıdığı olmalıydı. Ne de olsa görmüş geçirmişti. Özel tasarım bir helâ taşını bulmak onun kalibresinde birisi için ne kadar zor olabilirdi ki?
Hacı Mustafa şehrin işlek caddelerinden birinde bir apartman dairesinde oturuyordu. Ahmet Bey onun kadar kıymetli bir ilim adamının neden kendileriyle aynı muhitte yaşamadığını hiçbir zaman anlayamamıştı. Hâlbuki kendisine defalarca teklifte bulunmuştu. Araba gürültüsünden ve kargaşadan uzak nezih bir hayatı, onun gibi düşünce insanları mutlaka arzulardı. Ahmet Bey zili çaldı ve heyecanla beklemeye başladı. Elini çabuk tutmalıydı. Az sonra Hacı Mustafa ince çerçeveli gözlükleri burnunun üstünde kapıda göründü.
“ Ooo! Hoş geldiniz, Ahmet Bey evladım.” Yüzüne, Ahmet Bey’i görmekten duyduğu memnuniyeti tasdik eden bir gülümseme kondurmuştu. Önce içeri buyur etti. Beraber çalışma odasına geçtiler. Duvarlar boydan boya kitap raflarıyla kaplıydı. Gözünün alabildiğince her yerde kitaplar vardı. Cam kenarında iki eski koltuk karşılıklı duruyorlardı. Bu koltukların ne kadar rahatsız olduklarını görür görmez anımsadı. Ahmet Bey elinden gelse, akşamları kahvesini yudumlarken keyifle kurulduğu deri koltuğunu beraberinde her yere götürürdü. İkisi de oturduktan sonra Hacı Mustafa yanı başında duran masadaki kâseye uzandı. İçinden iki adet şeker alıp birini Ahmet Bey’e uzattı. Şeffaf naylon bir ambalaja sarılmış hemen her evde bulabileceğiniz şekerlerden. “Buyurun Ahmet Bey evladım, evvela ağzımız tatlansın.”
Nasıl da akıl edememişti ikram olarak kestane şekeri getirmeyi. Hacı Mustafa’ya olan saygısından “Bu adi şekerler ancak insanın ağzının tadını kaçırır” diyemedi. Şekeri aldı, paketini yavaşça açtı ve tadını mümkün olduğunca az alabilmek için tek seferde yutuverdi. Hacı Mustafa bu davranışı garipsemiş fakat üzerinde durmamıştı. Ahmet Bey âdeta damarlarına zehir karışmaya başlayan ve sınırlı nefesi kalmış biri gibi hemen konuya girdi. “Efendim, çalışmalarınızı bölmek istemezdim fakat -bir yandan çalışma masasının üstündeki kitap ve kâğıt yığınlarını işaret ediyordu- size danışmak istediğim mühim bir mevzu vuku buldu. Eğer yardımcı olursanız müteşekkir olacağım.”
“Ne demek Ahmet Bey evladım. Sizi pek severim bilirsiniz. Kapım daima açık. Buyurun sizi dinliyorum.” Hacı Mustafa’nın hakikaten yardım etmek kastında olduğu anlaşılıyordu. Yüzünü aniden, iş olsun diye değil anlamak için dinleyen insanların ciddiyeti bürümüştü. Konuşma sırasının muhatabına geçtiğini gösteren derin bir sessizlik safhasından sonra Ahmet Bey sözü yeniden aldı ve son aylarda olanları tüm detaylarıyla anlatmaya başladı. O konuştukça Hacı Mustafa’nın yüzündeki ciddiyet önce şaşkınlığa sonra hayal kırıklığına en son olarak da derin insanlara has bir öfkeye dönüştü.
“Ahmet Bey evladım. Övünmekten asla haz etmem fakat ben hayatımı ilme ve öğrenmeye adadım. Bildiklerimin zekâtı olarak insanlara öğretmek, yol göstermek her zaman boynumun borcudur. Tarih, sosyoloji, felsefe üzerine geniş bir müktesebata sahibim. Şimdi siz tüm bunları da bildiğiniz halde konağınızdan kalkıp buraya kadar bir helâ taşı bulmamı istemek için mi geldiniz? Helâ taşı bu işte yahu! İyisi kötüsü mü var bunun? Hacı Mustafa’nın dudakları titriyordu. Normalde muazzam bir hatip olmasına rağmen kekeliyor ve sözcükleri yutuyordu. Ahmet Bey ise konuşurken yalnızca bir defa helâ taşı yerine tuvalet taşı dediğini ve sorunun tüm kaynağının bu olduğunu zannediyordu. Öyle ya şu eski kuşaklar takıntılı oluyordu kelime seçimlerine. Evet, evet kesin bundan kızmıştı. Hacı Mustafa biraz sakinleştikten sonra insanın içini huzurla dolduran, şefkatli bir ses tonuyla devam etti. “Bakın, aramızdaki hukuka dayanarak size yardımcı olacağım. Helâ taşı bulmayacağım tabi ki. Her evin zarafetini gösteren ve ev sahiplerinin saygınlığını kanıtlayan başka bir kısmı vardır.”
***
Ertesi sabah gün ışırken tüm mahalleli Hamidiye çeşmesinin önünde toplanmıştı. Nihai karar verilecek ve hangi konağın daha mükemmel olduğu dolayısıyla hangi ailenin daha saygın olduğu ortaya çıkacaktı. Kestanecioğulları bir son dakika hamlesi yapmıştı. Birazdan konağın kapıları açılacak ve halk tarafından son teftiş gerçekleşecekti. Ahmet Bey konağın kapılarını açtı ve herkesin rahatça girebilmesi için kapının kanatlarını ardına kadar dayadı. İnsanlar ikişer üçer gruplar halinde Kestanecioğulları konağına doluşmaya başladılar. Hemen girişteki büyük salon orta ölçekli bir kütüphaneye dönüştürülmüştü. Cilt cilt dünya tarihi, düşünce tarihi, felsefe kitapları Türk ve dünya edebiyatının tüm klasikleri raflarda özenle tasnif edilmiş, istiflenmişti. Ahmet Bey nefesini tutmuş ve mahalle halkının ne tepki vereceğini bekliyordu. Tam o sırada üst kattan bir ses duyuldu:
“Helâ taşını değiştirmemişler, eskisi yerinde duruyor.”
Levent Alptigin
1 Yorum