Dr. Ali Durmuş ile Söyleşi: “Osmanlı Hanefîlerinin Hanefîlere Eleştirisi: Kadızâdeliler Hareketi”

17. yüzyıl Osmanlısında ilim ve fikir dünyası hareketli bir dönem yaşadı. Birçok açıdan aydınlatılmaya muhtaç. Dr. Ali Durmuş’un Kadızadeliler Hareketi – Osmanlı Hanefîlerinin Hanefîliğe Eleştirileri kitabı, hareketi tekke-medrese çatışmasının ötesine taşıyarak, itikadî ve mezhepsel boyutlarıyla ele alıyor. Bu söyleşide, yazarla Kadızâdelilerin tarihî arka planı, liderleri ve muhalifleri üzerine konuştuk. (İbrahim Orhun Kaplan)

***

Değerli hocam, öncelikle söyleşi talebimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Konuyla ilgili sorulara geçmeden önce, sizi bu meseleyi çalışmaya iten ana sebepleri öğrenmek isterim. Kadızâdelilerin Osmanlı tarihindeki yerini ve ilmî açıdan hangi pozisyonda durduklarını ele alırken sizi motive eden unsurlar nelerdi? Özellikle ‘Osmanlı Hanefîlerinin Hanefîliğe Eleştirileri’ başlığınız oldukça merak uyandırıcı görünüyor.

Böylesine güncelliğini kaybetmeyen değerli bir konuyu seçip, işin ehli olarak tarafıma müracaat ettiğiniz için sizlere teşekkürlerimi sunuyorum. Öncelikle konuyu seçmemdeki asıl sebep Kadızâdelilerin mezhebî kimliklerinin araştırılmasının gerekliliğiydi. Zira tarihi kaynaklarda olumsuz bir şekilde ele alınan ve son dönem çalışmalarda da “Osmanlı Selefîleri” veya “Osmanlı Vehhabileri” olarak sunulan Kadızâdelilerin itikadi ve mezhebi aidiyetlerine dair herhangi bir çalışma yapılmamıştı. Hatta Kadızâdelilerin lideri olan Kadızâde Mehmed Efendi’nin maddesi Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin muhtevasında yoktu ki halen yok. Üstelik konuya dair hem tarih alanında hem de İslami ilimler alanında Kadızâdeliler hakkında yapılmış güncel ve geniş çaplı bir araştırma bulunmamaktaydı. Bu eksikliklerin tamamı bir yandan konuyu çalışmamın gerekliliği hususunda beni ikna etti diğer yandan beni oldukça motive etti. Çalışmamın sonunda Kadızâdelilerin Hanefî-Mâturîdî olduklarını bütün delilleriyle birlikte ortaya koyduğumuz için, yayınevi kendilerine önerdiğimiz isimlerden biri olan “Osmanlı Hanefîlerinin Hanefîlere Eleştirisi: Kadızâdeliler Hareketi” adını tercih etti. Zira bu mücadele bir medrese-tekke mücadelesi değildi, bir şeriat-tasavvuf mücadelesi de değildi. Hanefi ve Maturîdî olan hatta ehl-i tasavvuf olan iki fikrî akım arasındaki fikrî mücadeleydi. Kadızâdeliler her ne kadar medreselileri temsil etse de Nakşilik özelinde bir tarikat savunucusuydu. Halvetîler de Hanefî-Mâturîdî ve deverân ehli olan bir tasavvufî ekolün temsilcileriydi. Dolayısıyla çalışmamızın isminin oldukça isabetli olduğunu düşünmekteyiz.

Bu süreçte sizi en çok zorlayan noktalar nelerdi? Çalışmanızda yer veremediğiniz ama ilginç bulduğunuz başka konular oldu mu? Araştırma sırasında öngörmediğiniz sürprizlerle veya beklenmedik çıkarımlarla karşılaştınız mı? Ayrıca, bu süreçte edindiğiniz yeni yöntemler veya yaklaşımlar var mıydı ve bu yöntemler bakış açınızı nasıl etkiledi? Son olarak, ileride ele almak istediğiniz, sizi özellikle heyecanlandıran bir konu var mı?

Beni en çok zorlayan hususlardan ilki işimdi. Zira çalışma esnasında Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde bir öğretmendim. Dolayısıyla haftada sadece bir gün dersim yoktu ve o günle birlikte hafta sonu da dahil olmak üzere 3 gün tamamen eve veya kütüphanelere kapanıp çalışmaya devam ettim. Diğer günlerde ise okul dönüşü bilgisayar başına oturup gece çok geç saatlere dek ders çalıştım. Çok defa 3-4 saatlik uykuyla günde 7-9 saat derse girdiğimi hatırlıyorum. İkincisi ise konunun genişliğiydi. Sınırların belirlenmesinde, kaynakların derlenmesi ve bilgilerin toplanmasında çok zaman harcadım.

Benim için en sürpriz husus Kadızâde Mehmed’in Nakşibendiyye müntesibi olduğuna dair bilgiye erişmemdi. Buradan hareketle Akhisârî’nin de Nakşîlerle sıkı ilişkisi olduğunu ve muhtemel bir Nakşi müntesibi olduğu kanısına vardık. Bu durum Kadızâdelilerin tarikat düşmanı olarak servis edilmesinin yanlışlığını ispatlar nitelikteydi. Çalışmam esnasında yeni bir yöntem olarak Kadızâdelileri tarihi kaynaklarda rivayet edilenlerden hareketle değil de bizatihi kendi eserlerinden hareketle anlatmayı seçtim. Bu durumda zaman zaman tarihi kaynakların, Kadızâdelilerin kendi eserlerindeki birtakım bilgilerle çeliştiğine şahit oldum. Böylece Kadızâdeliler hakkında öne sürülen iddiaların hangilerinin yersiz olduğunu, hangilerinin iftira, mübalağa veya yakıştırma olduğunu tespit etme imkânına sahip oldum. Kadızâdelilerin 17. yüzyılda ortaya çıkmış bir hareket olduğuna takılarak 17. yüzyıl ve sonrasında hapsetmenin yanlış olduğu kanaatindeyim. Zira Kadızâdelî düşünceler Kadızâdelilerden de önce Osmanlı uleması arasında mevcuttu. Bu hususa çalışmamda epeyce yer verdim. Dolayısıyla ileride Kadızâdeliler Hareketinin tarihi arka planı niteliğinde geniş bir çalışma yapmayı planlamaktayım.

Kadızâdeliler meselesinin özellikle Osmanlı’nın 16. ve 17. yüzyıllarında ortaya çıkışını nasıl değerlendirmeliyiz? İstanbul özelinde baktığımızda, bu tartışmaların vaaz kürsülerinden topluma nasıl yayıldığını merak ediyorum. Halk bu tartışmaların neresinde duruyordu? Bir taraf olma ya da işi taşkınlığa vardırma gibi durumlar yaşandı mı? Peki, yönetim tüm bu süreçte nasıl bir yol izledi ve nasıl bir denge sağlamaya çalıştı?

Kitabımızı yayınladıktan sonra makale ve bildiri tarzında kaleme aldığımız diğer çalışmalarda Kadızâdeliler hareketine dair bilgilerimiz iyice pekişti. Dolayısıyla Kadızâdelilerin 17. yüzyılın başlarında zuhur etmesi her ne kadar teopolitik ve içtimaî sebeplere dayansa da, asıl sebebin Osmanlı-Safevî ilişkilerinin bozulması ve Şah İsmail’in Osmanlı’daki ideolojik faaliyetlerini artırması olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren sosyal ve dini hayatta Bektâşîlik, Mevlevîlik, Kâdirîlik ve Halvetîlik gibi silsilesi Ehl-i beyte ve 12 imama dayanan tarikatların oldukça etkili olduğu bir gerçektir. Özellikle fethedilen yerlerin Müslümanlaştırılmasında önemli bir rol oynayan bu tarikatlar Osmanlı toplumunun adeta dinî anlamda bel kemiğini oluşturmaktaydı. Ancak Nakşibendiyye’nin ortaya çıkması ve özellikle de İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî ekolünün İslam coğrafyasında ve dolayısıyla Osmanlı topraklarında yayılmacı bir politika izleyerek yaygınlaşması Osmanlı tasavvufunda bir bölünmeyi gündeme getirdi. Zira bir yanda uzleti, cehrî zikri ve deverânı ritüel haline getirmiş, çeşitli kostümleri kendine üniforma edinmiş, silsilesi on iki imama dayanan ve dolayısıyla Ehl-i beyt kökenli tarikatlar bulunurken; diğer yanda hâfî zikri esas alan, uzlet ve benzeri ritüelleri reddeden, toplum içinde sıradan bir insan olarak görünmeye önem veren ve ayrıca koyu bir Şiî/Safevî karşıtlığı güden Nakşî kökenli tarikatlar ortaya çıkmıştır. 16. yüzyılın başlarından itibaren bozularak devam eden Osmanlı-Safevî ilişkileri, Osmanlı halkını Safevî ve dolayısıyla Şiî düşmanlığına sevk etmiş ve bu bağlamda birçok eser kaleme alınmıştır. Bu karşıtlık sadece Safevîlere yönelik olmamış, zamanla silsilesi Ehl-i beyte dayanan ve içerisinde bazı Şiî unsurları da barındıran Osmanlı’daki mezkûr tarikatlara da yönelmiştir. Aslında Kadızadelilerin deveran ehl-i tasavvufi ekollerle olan mücadelesinin altında Hanefî-Mâturîdî özelinde koyu bir Sünnî savunuculuğu ve Şiî karşıtlığı yatmaktadır. Nitekim Kadızâde’nin kaleme aldığı eserlerden ikisi de bu düşmanlığı ortaya koyar niteliktedir. Dolayısıyla Kadızâdeliler hareketi bu ayrışmanın ilk nüvesidir.

Vaaz kürsülerinden ve çeşitli risalelerden yayılan bu fikirler halka indikçe sıradanlaştığını ve hatta hedef şaşırdığını söylemek mümkündür. Osmanlı’da Kadızâdelilere nispet edilen bazı taşkınlıkları, Kadızâdelilerin vaazlarını dinleyen güruhun gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür. Bu durumda halk da ikiye bölünmüş ve bir taraf Kadızâdelilere destek verirken diğer taraf ise Halvetîlerden veya diğer ekollerden yana olmuşlardır.

Osmanlı yönetimi öncelikle her iki tarafa karşı dengeli bir politika gütmüş, toplumda huzursuzluğa ve kargaşaya sebebiyet verilebilecek olaylara karşı da önlem almıştır. Ancak IV. Mehmed devrinde bu denge Kadızâdeliler tarafına doğru kaymıştır. Aslında bunu Osmanlı siyasetinde bir eksen kayması olarak nitelemek mümkündür. Zira Osmanlı, kuruluşundan itibaren desteğini aldığı Ehl-i beyt kökenli tarikatlara kapılarını kapatmaya başlayıp bu tarikatların yerini Nakşî oluşumlara bırakmaya başlamıştır. Bu durum ta 1826’da Yeniçeriliğin kaldırılması ve dolayısıyla Bektaşî oluşumlara verilen desteğin kesilmesiyle ivme kazanarak Cumhuriyet’in kuruluşuna dek devam etmiştir.

Eserinizde Kadızâdeliler hakkındaki pek çok olumsuz ifadenin gerçeği yansıtmadığını, bunların büyük kısmının iftira niteliğinde olduğunu belirtiyor ve bu iddianızı Kadızâdelilerin kendi eserleri üzerinden temellendiriyorsunuz. Peki, sizce bu iftiralar niçin ortaya atılmış olabilir? Siz bu iddiaları hangi açıdan yorumluyorsunuz? Öte yandan, söz konusu âlimlerin eserlerinde ortaya koyduklarıyla yaşantıları arasında çelişkiler olma ihtimalini tamamen göz ardı edebilir miyiz? Ya gerçekten söylendiği gibi bazı yanlış işlerin içinde olmuşlarsa, bu durumda nasıl bir değerlendirme yapmak gerekir?

Kadızâdeliler hakkında en detaylı bilgi veren tarihçi Naîmâ’dır. Naîmâ’nın Mevlevî olduğuna dair kuvvetli deliller mevcuttur. Mevlevîlik ise gerek tarikat adap ve erkanı açısından gerekse düşünce yapısı açısından Kadızâdelilerin karşısında yer almaktadır. Kadızâdeliler hakkında en galiz sözleri sarf eden de Naîmâ’dır. Ancak Naîmâ, tasavvufi kimliğini bir kenara koyarak tarihçiliğe soyunmamıştır, zira eserinde öznel yargılar kullanmaktan sakınmamış, bazı olayları abartmaktan geri durmamıştır. Hatta bazen bir delile dayanmaksızın söylentilerden hareketle tarih yazımına soyunmuştur. Zaten eserinde de Kadızâdelilere büyük bir kin beslediğini ve öfke duyduğunu açıkça zikretmiştir. Şu hâlde bir şahsı sadece düşmanının anlatımlarından yola çıkarak tanıtmak elbette haksızlıktır. Ne yazık ki bu anlatımlar sonraki tarihçi ve araştırmacılar tarafından araştırılmaksızın tekrar edilmiştir. Hatta son dönemde bazı tarihçiler -hiçbir kaynakta yer almadığı halde- Kadızâdeliler hakkında birçok olumsuz söz sarfetmiş, bazısı ise Kadızâdelilerden yıllar önce veya sonra cereyan eden birtakım olaylardan da onlardan mesul tutmuştur. (Örneğin 989/1581’de Osmanlı Rasathanesinin yıktırılması…) Tarihçilik bu olmamalıdır. Biz araştırmacılar, tarihi bir meselenin kaynağına inerek ve birincil kaynakları tarayarak elde ettiğimiz bilgileri birleştirip bunları yorumlamakla mükellefiz. Dolayısıyla Kadızâdelileri savunma veya aklama gibi bir derdimiz olmadı. Ancak çalışmamızda Kadızâdeliler hakkındaki bazı iddiaların tamamen mesnetsiz olduğunu, bazısının abartı olduğunu, bazısının kendileriyle alakası olmadığını, bazısının ise genelleme yapılarak adeta linç kampanyasına dönüştürüldüğünü müşahede ettik. Bunları da birer birer açıkladık. Kadızâdeliler hakkında söylem-eylem birliğinin olmaması hususu elbette ihtimal dahilindedir, ancak bunu destekleyebilecek herhangi bir delile ulaşamadık.

İftira niteliğinde olan mesnetsiz iddiaların temelinde elbette Kadızâdeliler ile deveran ehli olan tasavvufi ekoller arasındaki mücadele mevcuttur. Kadızâdelilerin sarayın gücüyle deveran ehline karşı bir politika geliştirirken, karşı cenah da Kadızâdelilere karşı bir politika izlemiştir. Onlarca farklı tarikatın ve alt kollarının rahatça faaliyet yürüttüğü Anadolu’da, Osmanlı aydınlarının ve fikir adamlarının önemli bir kısmının Mevlevîlik, Halvetîlik, Bektaşîlik, Kâdirilik ve alt kolları gibi meşhur tarikatların müntesibi olduğunu düşündüğümüzde, dönemin müverrihlerinin ve yazarlarının bazısının Kadızâdeliler hakkında olumsuz bir imaj çizmeye çalışması gayet anlaşılabilir bir durumdur. Öte yandan Kadızâdelileri aklama veya temize çıkarma derdinde değiliz ve olmadık da… Dolayısıyla Kadızâdelilerin bir takım yanlış işlerde olduğunu söylemek mümkündür. Çalışmamızda bunların hepsine detaylıca yer verdik. Fakat asıl olan gerçeklerin mesnetsiz yakıştırmalardan ayrıştırılarak ortaya konulmasıdır.

İmam Birgivî her ne kadar doğrudan Kadızâdeliler tartışmalarının içinde yer almasa da, onlara dayanak noktası olarak kabul edildiği için meseleye dâhil ediliyor. Onun ilmî konularda sert bir tavır sahibi olduğunu kaynaklardan biliyoruz. Özellikle Ebussuûd Efendi başta olmak üzere yönetime karşı sık sık uyarılarda bulunması, adaletin gözetilmesi gerektiği konusunda hem ulemayı hem de sadrazamı zorlaması da malum. Ancak yaygın kanaat, onu da selefî çizgide bir âlim olarak görme eğiliminde. Ben özellikle şunu merak ediyorum: İmam Birgivî’yi niçin ve hangi gerekçelerle bu selefî çizgiye itiyorlar? Sert ve katı bir tavır sergilemek niçin doğrudan selefîlikle ilişkilendiriliyor? Bu noktada, günümüzden geriye doğru bakıldığında anakronik bir okuma yapıldığını söyleyebilir miyiz?

Birgivî ile Kadızâdeliler kimi meselelerde aynı görüşü paylaşsa da, bazı noktalarda farklı düşünmektedir. Örneğin Kadızâde Mehmed ile Üstüvânî’nin emir bi’l-ma‘ruf hususundaki müdahaleci zihniyeti Birgivî’nin fikirleriyle örtüşmemektedir. Selefî zihniyetin belli başlı kodları vardır. Bunlar amelin imana dahil edilmesi, tebliğde veya emir bi’l-ma‘rufta müdahaleci zihniyet, kelâm ilmi karşıtlığı, tasavvuf karşıtlığı, bidat vurgusu, tevhid ve şirk vurgusu, nassların zahirine bağlı kalarak tevile yönelmemek gibi hususlardır. Öte yandan Hanefî gelenekte iki eğilim vardır ki bunlardan ilki kelam ilmine karşı gelen Buhara Hanefîleri ekolü, ikincisi ise kelam ilmini önemseyen Semerkand Hanefîleri ekolüdür. Özellikle Buhara Hanefî ekolünden gelen kimi âlimlerin, özellikle de fakihlerin bazı görüşleriyle Selefî zihniyet arasında birkaç noktada paralellik bulunmaktadır. Bu durumda, Birgivî’yi Selefî zihniyet ölçeğine tâbi tuttuğumuzda, bazı hususlarda paralellik arz etse de birçok hususta Selefî çizgiden ayrılmaktadır. Öte yandan Birgivî eserlerinde Hanefî-Mâturîdî olduğunu vurgulamaktadır. Şu hâlde Birgivî’nin Selefî zihniyete sahip olduğunu söylemek kesinlikle tarihi realitelere aykırıdır. Birgivî’yi bidatlara karşı duruşu, sünnet müdafaası, tasavvufa mesafeli duruşu gibi bazı hususlardan hareketle Selefî zihniyetle değil Buhara Hanefîliği ekolüyle ilişkilendirmek gerekir. Kadızâdelilerden hareketle Birgivî’yi Selefîlikle itham etmek sizin de belirttiğiniz gibi anakronik bir yanılgıya düşmektir.

Eserinizde Kadızâdelilerin Selefî olmadıklarına dair argümanlarınız oldukça ikna edici. Peki, buna rağmen neden bazıları onları Selefî olarak değerlendirmiş? Örneğin Vânî Mehmed Efendi’ye baktığımızda, karşımıza aslında tipik bir Osmanlı Hanefî âlimi profili çıkıyor. Dahası, padişah ve sadrazamın özel ilgisine mazhar olmuş bir isim. Buna rağmen bazı çevrelerde ötekileştirildiğini, dışlandığını görüyoruz. Sizce bu durum dönemin hâkim paradigmalarının bir tür yaftalaması olarak mı değerlendirilmelidir, yoksa bu şekilde düşünenlerin gerçekten haklılık payı olabilir mi?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir, biz her ne kadar “Kadızâdeliler” adıyla bir grubu veya ekolü kastetsek de, gerek kronolojik açıdan gerekse fikir birliği açısından böyle bir grubun varlığından bahsetmek bile mümkün değildir. Zira Kadızâdeliler olarak nitelenen Osmanlı ulemasının en etkilileri Kadızâde Mehmed Efendi, Ahmed Rumi Akhisârî, Üstüvânî Mehmed Efendi ve Vânî Mehmed Efendi olmak üzere dört kişidir. Bunlar arasında herhangi bir halef selef ilişkisi yoktur. Herhangi bir organik bağ da mevcut değildir. Bunların tarih sahnesinde yer alması da hoca-talebe ilişkisi gibi bir ilintiye dayanmamaktır. Kadızâdeliler her ne kadar bazı hususlarda hemfikir olsalar da, aralarında bütün hususlarda fikir birliği de söz konusu değildir. Tamamen tesadüfî veya tevafukî bir durumdan ibarettir. Kadızâdelilerin Selefîlikle suçlanmasının en büyük sebebi cehrî zikir ve deveran karşıtlığıdır ki bu hususta hemfikirlerdir. Bu durum Halvetîler başta olmak üzere hasımları tarafından genelleştirilmek suretiyle “tasavvuf karşıtlığı”na dönüştürülmüştür ki bu da oldukça haksız bir ithamdır. Zira Kadızâdelilerin lideri olarak görülen Kadızâde Mehmed Efendi Nakşî tarikatına mensuptur. Bunun yanı sıra, Kadızâdelilerin Selefî olarak nitelendirilmesinin en önemli sebeplerinden biri de müdahaleci bir zihniyete sahip olmalarıdır. Ancak bu hususta aralarında fikir birliği söz konusu olmayıp, yalnızca Üstüvânî’nin düşünceleri Selefî çizgiyle örtüşecek durumdadır. Halkı örgütlemesi, deveran ehli olan tasavvufî ekollerin şeyhlerine mektuplar yazması, hutbe esnasında teganni ile salavat okuyan müezzinlere sözlü müdahalede bulunulması bunlardan bazısıdır.

Kadızâdelileri Selefî çizgide sayanların en büyük yanılgıları sadece birkaç husustan hareket etmeleri ve meselenin tamamına bakmamalarıdır. Üstelik Kadızâdelilerin her biri kendi eserlerinde Hanefî ve Maturîdî olduklarını vurgulamaktadır. Dolayısıyla onların bazı hususlarda Selefî zihniyetten bazı hususlarda da Birgivî gibi Buhara Hanefîleri Ekolünü takip eden Osmanlı ulemasından etkilendiklerini söylemek daha isabetli görüştür. Buna rağmen onları salt Selefî çizgide saymak tarihi realitelere aykırıdır. Öte yandan Vânî Mehmed’e karşı olan kin ve öfkenin ardında dönemin siyasi meselelerinin önemli rol oynadığını söylemek gerekir. Bu düşmanlığın ve öfkenin sebebini sadece Vânî’nin fikirlerinde aramamak gerekmektedir. Nitekim Vânî Mehmed Efendi’nin damadı Feyzullah Efendi’nin şeyhülislâmlığı döneminde patlak veren Edirne Vak‘asında, Vânî Mehmed Efendi çocuklarıyla birlikte, hatta evdeki kedilerine varıncaya kadar katledilmiştir.

Eserinizden aktarıyorum: “Kadızâde bir başka eserinde de İmâm-ı Şâfî’yi referans göstererek Allah’ın huzuruna mantık ilmiyle varmanın livata ve zina etmekten beter olduğunu öne sürerek mantık ilmini itibarsızlaştırmaktadır. Görüldüğü gibi Kadızâde, naklî ilimlerin aklî ilimlerden daha öncelikli ve önemli olduğunu, naklî ilimler öğrenilmeden aklî ilimlerin öğrenilmesinin asla caiz olmayacağını vurgulamakta ve hatta böyle yapanları ellerinde kazma ve kürekle İslam dinini yıkmaya çalışan İslam düşmanlarına benzetmektedir.” Bu tür fetvalardan birçok örnek verilebilir. Mantık ilmini hangi ölçülere göre bu şekilde değerlendirmişler?

Aslında Kadızâde’nin burada vurgulamak istediği husus kelam ilmine yaklaşımını ortaya koymaktadır. Mantık, kelâm ilminin tamamlayıcısı niteliğindedir. Ancak Kadızâde burada bir sınır çizerek akaid ilmini hariç tutmaktadır. Her Müslümanın akaid ilmini bilmesi gerektiğine de vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla buradan hareketle aslında Kadızâde bir Müslümanın öncelikle naklî ilimleri yani dini ilimleri öğrenmesi gerektiğini, bunun farz olduğunu belirtmekte, bunları öğrenmeden felsefe ve kelam başta olmak üzere diğer ilimlerin öğrenilmesini caiz görmemektedir. Ona göre naklî ilimleri öğrenmeden mantık ilmini veya mantıkla ilişkili olan felsefe ve kelam ilimlerini öğrenmek, kişiyi Mutezilî bir bakış açısına sevk edebilir. Aslında onun bu düşüncesi tamamen Birgivî’ye yakın bir eksende seyretmektedir.

Eserinizde Vânî Mehmed Efendi ve Niyazi Mısrî arasındaki tartışmalardan bahsediyorsunuz. Aslında kavga demek daha doğru olur. Mesela söz konusu ifadelerden birisini şöyle aktarmışsınız: “Vânî’nin Risâle fî Kerahiyyâti’l-Cehr bi’z-Zikr adlı eserine karşılık; Risâle fî Deverân-ı Sûfiyye adlı bir eser kaleme alan Mısrî bu eserde deverân ve zikirle alakalı bilgilere genişçe yermiştir. Ayrıca çeşitli ayetlerden ve isimlerden yola çıkıp cifr hesabı yaparak çeşitli tarihlere ve isimlere ve yorumlara ulaşan ve bunu eserlerinde sürekli tekrarlayan Mısrî “Beni zikretmede gevşeklik göstermeyin” ayetindeki “Velâ teniyâ fî zikrî” ibaresi üzerine çeşitli hesaplar yapıp, “Beni zikretmede Vânî olmayın” şeklinde yorumlamıştır. Böylece bununla Vânî’yi hem zikir düşmanlırıyla hem de “vânî” kelimesinin anlamı olan “zayıf ve güçsüz”lükle itham etmiştir. Daha da ileri giderek bu ayetin iş’ârî tefsirinin ve iniş sebeplerinden birinin de Vânî’nin zalim ve lanetli olduğunu ispat etmek olduğunu, onun dinsiz, kâfir ve mel’un olduğunu öne sürmüştür.” Mısrî’nin günlüğünde yazmış olduğu diğer ağır ithamları da düşünürsek tüm bu ifadeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok sert ifadeler…

Evet bu ifadelerin oldukça sert ve radikal olduğunu söylemek mümkün. Aslında Kadızâdeliler arasında Vânî Mehmed Efendi Hanefî-Mâturîdî zihniyete en yakın isimdir. Bununla birlikte bazı fikirlerinin Selefî zihniyeti andırdığını da söylemek mümkündür. Kadızâdelilerin hasımları, IV. Mehmed zamanında İstanbul’daki bazı tekkelerin kapatılmasından bizatihi onu sorumlu tutmuşlardır. Bu dönem siyasette yer alan bütün kusurların ve eksikliklerin faturası ona kesilmiştir. Dolayısıyla ağızdan ağıza birtakım söylentilerle nefret doruklara çıkmış, böylece kendisiyle ilgisi olmadığı halde birçok meseleden sorumlu tutulmuştur. Onun teşvikiyle Babaeski’de bulunan, adaklar adanıp kurbanlar kesilen Kanber Dede Türbesi yıktırılmış ve halkın ziyaretleri yasaklanmıştır. Vânî’nin düşmanları tarafından bu tutum sert bir dille eleştirilmiş ve sanki “Vânî’nin emriyle IV. Mehmed’in kabir ziyaretlerini tamamen yasakladığı” imajı çizilmiştir. Mısrî’nin sürgünlerine gelince, haliyle bu sürgünlerden de Vânî sorumlu tutulmuştur. Yaptığımız araştırmalarda Mısrî’nin sürgünlerinde elle tutulur ciddi bir sebep zikredilememiştir. Ancak bu sürgünlere Mısrî’nin Ehl-i sünnet itikadıyla çelişen birtakım görüşlerinin sebep olduğu yönündeki düşüncemiz ağır basmaktadır. Mısrî kesin bir delile dayanmaksızın tamamen zannî hislerle günlüklerinde daima Vânî’yi suçlamış; bir şeyhe yakışmayacak şekilde ağza alınmayacak küfürlerle, ithamlarla, hakaretlerle ona yüklenmiş; âyet ve hadisleri delil göstererek onu tekfir etmiştir. Dolayısıyla Mısrî’nin bu tutumu da Hanefî-Mâturîdî zihniyetle örtüşmemektedir. Öte yandan ne yaman çelişkidir ki tarihi kaynaklarda hem Mısri’nin hem de Karabaş Veli’nin sürgünlerinden Vânî sorumlu tutulduğu halde, Mısrî günlüklerinde Karabaş Veli’nin Vânî’nin adamı olduğunu ve ondan aldığı emir üzere Limni’ye gelerek kendisini öldürmek istediğini iddia etmiştir. Son dönemde bazı araştırmacılar Mısrî’nin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in nübüvveti gibi Ehl-i sünnet itikadına aykırı olan birtakım görüşlerini tevil etmek suretiyle yoruma tâbi tutmuşlardır ancak Vânî’ye karşı kullandığı oldukça ağır ifadeler ve küfürler tevil edilemeyecek derecede zahirdir. Şayet Mısrî’nin bu ifadelerini birer şathiye babında düşünecek olursak, şathiye Sûfînin vecd ve istiğrak halinde söylediği sözlerdir. Oysa Mısrî bu sözleri, günlüklerinin birçok yerinde tekrar etmiştir. Ancak çalışmalarımız esnasında Mısrî’yle ilgili bir takım ilginç bilgilere de tevafuk edilmiştir. Bu bilgileri birleştirdiğimizde aslında Mısri’nin Vânî’ye kini, kendisini Osmanlı hanedanlığı düşmanlığına sevk ettiği ortaya çıkmaktadır. Tarihçilerin bu hususu araştırıp ortaya koyması gerekmektedir ki bu hususta yeterince delil mevcuttur. Bu deliller birleştirildiğinde, Mısri’nin ömrünün neden sürgünlerde geçtiği anlaşılacaktır.

Eserinizdeki çarpıcı bilgilerden biri de yine Vânî Mehmed Efendi’nin bazı müellifler tarafından “XVII. yüzyılın Türk ırkçısı” ve “Türkçülük bayrağını tefsir ilminin tepesine diken yegâne Türk âlimi” olarak tanımlanmasına dair verdiğiniz bilgilerdi. Vânî Efendi, Tebük Seferi’nden yola çıkarak Türklerin İslâm’ın kılıcı olmasındaki ilk dönüm noktası olarak görüyor. Bu konuda ısrarla vurguda bulunan İsmet Özel ve İstiklâl Marşı Derneği mensuplarının da bütünüyle aynı görüşte olduğunu biliyorum. Hatta onlar bir adım daha ileri gidiyor ve “Türk” karakterinin dolayısıyla “Türklüğün” Mescid-i Dırar’ın yıkılışıyla başladığını ifade ediyorlar. Vânî Efendi’nin düşüncesiyle birlikte düşünürsek bu yorumlar sizin için aşırı mı yoksa tarihsel olarak tutarlı ve geçerli midir?

Türkler ve Araplar asırlar boyunca İslam’a sancaktarlık yapan milletlerdir. Özellikle Türklerin İslamlaşmasından sonra bu mücadele tamamen kendilerine teslim edilmiş ve asırlar boyunca atalarımız İslam’a sancaktarlık yapmışlardır. Ancak buradan hareketle bir Türk ırkçılığı yapıp Türkleri diğer milletlerden üstün görmek ne Kur’ân’la ne de Hz. Peygamber’in yaşantısıyla bağdaşmaktadır. Tarih boyunca bilinmektedir ki özellikle 17. yüzyıl ve sonrasında Türkçülük akımı ağır basmaya başlamış, örneğin başa geçen sadrazamların Türk olmasına dikkat edilmiştir. Yine bu yüzyılda emniyet ve temkin esas kabul edilerek kapıkulu askerlerinin yetişmesi hususunda devşirme sisteminden vazgeçilip bu alanda ağırlıklı olarak Türkler istihdam edilmeye başlanmıştır. Vânî de hem kendisinin ve hem de sadrazamın teşvikiyle IV. Mehmed’i Peç seferine çıkmaya ikna etmiş ancak sefere çıkmak istemeyen Osmanlı askerine vaazlar vererek onları Türkçülük anektoduyla ikna etmeye ve savaşa motive etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla bu durum, dönemin siyasetinin bir ürünüdür. Bu iddiaları dinî bir kisveye büründürmenin çok da doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Zira bugün Yahudiler ve bilhassa da Siyonistler de aynı argümanları kullanmakta ve diğer ırklarla kıyasla üstünlüklerine inanmaktadırlar.

Çalışmanızdan edindiğim en güçlü izlenimlerden biri de ulemanın siyasi açıdan aktif rol oynaması oldu. Daha önce Dede Cöngi’nin Şer’i Siyaset isimli eserinde de buna dair onlarca örnek okumuştum. Sizin verdiğiniz örneklerde aşağı yukarı benzer durumda. Bu noktada ulemanın siyasetin çıkarlarına göre hareket etmesini nasıl anlamalıyız? Mesela İmam Birgivî ve Çivizâde ile Ebussuûd Efendi’nin para vakıfları meselesindeki tartışmaların siyasetin lehine sonuçlanması gibi birçok durum var. Osmanlı’da ulema ile siyaset arasındaki ilişkileri temel İslâmî ilkeler açısından eleştirmek mümkün mü? Yoksa başka yönlerden makul ve mantıklı açıklamaları var mı?

Osmanlı’da ulema-siyaset ilişkisini İslami açıdan eleştirmek elbette mümkündür. Tarih boyunca bazı ulema, siyasetin çıkarlarına uygun hareket etmiş ve bundan menfaat ummuştur. Bu menfaat bazen mal-mülk olmuş bazen ise makam-mevki… Örneğin IV. Murad’ın tütün, kahve ve kahvehane yasağından sonra Kadızâde Mehmed Efendi’nin padişahın elini güçlendirecek şekilde “padişahın emrine rağmen tütün içenlerin katli caizdir” şeklinde fetva vererek saraydan destek umması buna açık bir örnektir. Bazı ulema ise daha dik duruş sergileyerek İslam’a uymadığı gerekçesiyle siyasete veya devrin genel geçer kurallarına karşı gelmiş, kendisine verilebilecek cezayı ise “kader” olarak yorumlamışlardır. Birgivî’nin tutumunu da böyle değerlendirmek mümkündür.

Tüm bu sorular ve cevaplar merkezinde düşündüğümüzde, aslında bütün bu tartışmalar ve kavgalar bize ne söylemeli? Geçmişi anlamaya çalışırken bir taraf olmaktan öte nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmalıyız?

Kadızâdeliler hareketi her ne kadar istenmeyen birtakım sonuçlar doğurmuş olsa da, Osmanlı’nın bâtınî unsurları bünyesinde taşıyan bir takım tasavvufî ekoller üzerindeki siyaset değişikliğinin başlangıcı olarak kabul edilmelidir. Bu ekoller, Osmanlı’nın kuruluşundan 17. yüzyıla dek gerek sosyal ve dinî hayatta gerekse siyasî ve askerî sahada Osmanlı’nın elini güçlendirmiştir. Ancak Osmanlı-Safevî ilişkilerinin bozulması ve Osmanlı halkının Şiîleştirilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıyla birlikte, toplumda özellikle Safevîler üzerinden bir Şia karşıtlığı belirginleşmiştir. Bu süreçte dönemin âlimleri, çeşitli eserler kaleme alarak Şiîleri tekfir etmekten geri durmamış, böylece yönetimin elini güçlendirmişlerdir. Tam da bu sıralarda silsile olarak Hz. Ebu Bekir’e dayanan, Şiî karşıtlığıyla tebarüz eden ve şeriatın kurallarından yana Sünnî bir çizgide kalarak İslam’ı savunan Nakşibendîliğin Anadolu’da yayılmaya başlaması; Osmanlı iç siyasetine uygun bir hal almıştır. Kadızade Mehmed’le başlayan Nakşîleşme Cumhuriyet’in kuruluşuna dek devam etmiştir. Her ne kadar bazı faaliyetlerinde İbn Teymiyye gibi bazı Selef ulemasından etkilenseler de, Kadızâdelilerin itikadi ve fıkhi sahada Hanefî-Maturidi olmaları göz ardı edilmemelidir. Her ne kadar dönemin deveran ehli olan, silsilesi Ehl-i beyt’e dayanan ve bünyesinde şeriatın zahirine aykırı bazı bâtınî unsurlar barındıran tarikatlara karşı çıkmışlarsa da, bu karşıtlık onların Selefî bir çizgide olduklarını değil, bilakis Nakşibendî ekolüne mensubiyetlerini göstermektedir. Tarihi kaynaklardaki anlatılardan hareketle Kadızâdelileri “aklı kıt, huzur bozucu, tarikat düşmanı, Osmanlı Vehhâbi’si” gibi ithamlarla anmak, gerçeklerle bağdaşmadığı için doğru değildir. Kadızâdeliler ile Halvetiler arasında meydana gelen tartışmalar, tarih boyunca birçok âlim tarafından ele alınmıştır. Dolayısıyla Kadızâdeliler döneminde de bu meselelerin tartışılması, Osmanlı fikrî ve ilmî hayatının canlılığını ve diriliğini göstermektedir. Bu meselelere yaklaşırken tarihçiler geçmişi kaynakların aslına inerek anlamaya çalışmalı, birkaç tarihi kaynaklardan yola çıkarak salt bir bakış açısı sunmamalıdır. Lehte ve aleyhteki görüşleri derlemeli ve bu görüşlerin sıhhat derecesini araştırmalı, elde edilen bilgiler dönemin siyasi, dini, askeri ve hatta iktisadi durumu ve şartları muvacehesinde değerlendirmelidir. Oysa Kadızâdeliler hakkında kaleme alınan çalışmaların önemli bir kısmı, belli bir kesimin bir takım mesnetsiz iddialarını körü körüne tekrar etmekten öteye geçmemektedir. Oysa geçmişi anlamaya çalışırken taraf olmak yerine objektif bir bakış açısıyla meselelere yaklaşmalıdır. En önemlisi ise bu meselelerden ders çıkarmak gerekmektedir. Zira tarih tekerrürden ibarettir. Dönemler, isimler ve hatta şartlar değişir ancak olaylar sürekli tekerrür eder.

Cevaplarınız için teşekkür ediyorum. Son olarak Edebifikir okurlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Rica ediyorum İbrahim bey. Okurlara tavsiyem, araştırmalarında tek bir kaynağa bağlı kalmayıp, birden çok kaynaktan ve özellikle birincil kaynaklardan beslenmeleridir. Zira tek kaynaktan yapılan okumalar, bazen dünyaya yalnızca tek bir pencereden bakmamıza yol açar. Oysa diğer pencerelerde hangi manzaraların saklı olduğunu kim bilebilir?

 


 

Dr. Ali Durmuş Kimdir?

Trabzon’un Akçaabat ilçesinde dünyaya geldi. 2005’te Trabzon İmam Hatip Lisesi’nden; 2010’da da İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2008’de kısa bir süre Dımaşk’ta bulunarak Dımaşk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yüksek Dil Enstitüsü’nde Arapça dersler aldı. 2008-2010 yılları arasında bir yandan İslâm Araştırmaları Merkezi’nde LADEP Programı çerçevesinde seminerlere katılım sağlarken; diğer yandan özel bir dil kursundan İngilizce dersler aldı. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde pedagojik formasyon eğitimini tamamladı. 2012 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri İslâm Mezhepleri Tarihi alanında “İslâm Tarihinde İlk Dönem Mezhepleşmeye Etki Eden İhtilaflar ve Kemaleddin Şükrü’nün İslâm Tarihinde Nifak: Ali Eserine Göre Hz. Ali Dönemindeki Problemlerin Mezheplerin Oluşumundaki Rolü” adlı yüksek lisansını tamamladı. “Osmanlı’da Dinî-Siyasî Bir Yapılanma Olarak Kadızâdeliler Hareketi” adlı doktora çalışmasını 2020 yılında aynı üniversitede tamamlayarak “doktor” ünvanını aldı. 2013-2024 yılları arasında Milli Eeğitim Bakanlığı bünyesinde çeşitli okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. 2024 yılında Bartın Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Temel İslam Bilimleri Bölümü, Kelam ve İtikadi İslam Mezhepleri Anabilim Dalında Dr. Öğr. Üyesi olarak göreve başladı. İyi derecede İngilizce ve Arapça bilmekte olan Durmuş, 2007’den beri Hattat Selim Türkoğlu’ndan hüsn-i hat sanatı dersleri almaktadır. Evli ve üç çocuk babası olan Durmuş’un “Osmanlı Hanefîlerinin Hanefîliğe Eleştirisi Kadızadeliler Hareketi”, “Ehl-i Sünnet Akaidi”, “Akhisarlı Bir Osmanlı Âlimi Ahmed-i Rûmî”, “İslâm’da Fırkalar”, “Fırka-i Nâciye” ve “Beyânü’l-Mezâhib” gibi birçok yayınlanmış eseri mevcuttur.

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Cüneyt , 29/08/2025

    Edebifikir iyi ki var. Böyle dolu ve düşündürücü içeriklerle bizleri buluşturduğu için… Uzun zamandır böyle güzel bir söyleşi okumamıştım.

Cüneyt için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir