Peter Fleming ve Karanlık Akademi’ye Dair

Üniversitelerin misyonunun sorgulandığı ve kimlik bunalımı yaşadığı bu dönemde, üniversite kurumunun tekrardan tartışmaya açılması gerekiyor. Anglo-Amerikan üniversiteleri değişim gerekliliğin farkında ve faydalı müdahalelere aç ve açık olduklarını her fırsatta dile getiriyor. Kıta Avrupası ise direnç göstermeye devam ediyor. Bu direnç ilk bakışta faydalı gibi gözükse de neoliberal etkiye yenildiğini itiraf ve kabul edememekten başka bir anlam taşımıyor. Üniversite fikri ne yazık ki Neoliberalizme direnmeyi başaramadı. Neoliberalizmin üniversite ile karşı karşıya geldiğinde kendinden ödün vermesi beklenirken, üniversitelere neoliberal yönetim anlayışları ve politikalar egemen oldu. Kamu yararı yerini verimliliğe bıraktı. Piyasa, rekabet, sürdürülebilirlik, dış kaynak, paydaş gibi üniversite fikriyle bağdaşması mümkün olmayan kavramlar üniversite ve fakültelerin kılcallarına kadar nüfuz etti. Uluslara ve devletlere bilinçli yurttaş yetiştirmesi beklenen üniversiteler piyasaya aktör üretmeye başladı. Turizmin yanına artık neo-bacasız sanayi olarak “eğitim fabrikaları”nı ekleyebiliriz. Akademisyenlerde aranan özellikler her şeyden önce nevroz haline gelebilecek uysallık ve rasyonaliteyi Kaf Dağı’nın ardına koyabilecek seviyede sadakat oldu. Bunun sonucu olarak üniversiteler genel anlamda otoriterleşti ve üniversite yönetimi ile akademisyenler arasındaki iletişim hiyerarşiye bağlılık ve itaat ölçüsünde kurulabilir hale geldi. Performanslar rakamlarla ifade edilebilecek kriterler konularak ölçülmeye başlandı. Rakamlara indirgen(e)meyen hiçbir parametre değerli görülmemeye başlandı. Üniversiteler ulus devletlerin kontrolünden çıkarak tekelci neoliberal piyasanın kontrolüne geçti. Bunun sonucu olarak tüm dünyada müfredatlar gittikçe benzedi. Etkileşimin doğal sonucu olan benzeşmeler faydalı olmakla birlikte dünya üzerinde ulus devletlerin tümünde eğitimin sistemindeki farklılıklar yok olmanın eşiğinde. Üniversiteler küresel kriz yaşıyor ve bu yüzden üniversite fikri kökten değişerek eleştirel direnç merkezi olma özelliğini güçlendirme arayışlarına girmeli.

Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Karanlık Akademi kitabı, üniversite kurumundaki boşlukların çok iyi resmedildiği orijinal ve gerçekçi bir bakışın ürünü. Yazar Peter Fleming, ABD, İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya’daki üniversitelerin öldüğü tezini merkeze alarak gözlemlerini konuşma diline yakın ancak kavramsal dilden uzaklaşmadan ifade etmiş. Anglo-Amerikan üniversiteler için yaptığı tespitlerin çok büyük bir kısmı Kıta Avrupası üniversiteleri için de geçerli. İleri sürdüğü savları örnekler üzerinden aktarması, yazarın ayrıksı ve nadir olayları genel ve yaygın olgular olarak mı gördüğü sorusunu akla getirebilir. Ancak kitaptaki örnekler isimlerinden bağımsız olarak hemen her yerde gördüğümüz profiller. Toplumsal eğilimlerin taşıyıcısı ve kanıtı olan bu profillerin birkaç saniyelik düşünmeyle hemen gözümüzde canlanması, yazarın isabetli tespitler yaptığını gösteriyor. Kitap giriş ve sonuç bölümü dahil edildiğinde toplamda on iki bölümden oluşuyor. Her bölüm üniversitenin farklı bir unsuru ve görünümünü ele alıyor. Öğrencilerden akademisyenlere, idari personelden yöneticilere, fakültelerden akademik dergilere ve hatta kampüs yaşamına kadar uzanan sorunları irdelerken, hiçbir unsuru diğerlerinden yalıtmayan bir yaklaşım benimsemiş. Bütüncül bir yaklaşıma sahip olması her bölüm okunduğunda bulmaca çözüyor ya da yapbozun parçaları tamamlanıyor hissi oluşturuyor.

Kitabın üçüncü bölümünün başlığı “Eğitim Fabrikasına Hoşgeldiniz”. Bu cümle birden çok anlamı içeren katmanlı ve üzerindeki örtüler kaldırıldıkça başkalaşan anlamların ortaya çıktığı bir matruşkayı andırıyor. Bu bölümde özellikle artık üniversitelere salt eğitim verme misyonu dışında, gelir kaynağı oluşturma ve maddi girdi sağlama kaygısının yerleştiği ifade ediliyor. Fakülte ve yüksekokulların değerinin gelir kaynağı oluşturma gücü ve potansiyeli ile ölçülmeye başlandığı yadsınamaz bir realite. Yazar bu fenomenin üniversite kurumunun misyonu ile ne ölçüde bağdaştığını tartışıyor ve neoliberal piyasa ilke ve aktörlerinin üniversitelerin politikalarına yön verdiğini ifade ediyor. Eğitim fabrikasına hâkim olan ilkeler değişince akademisyenler de kendilerini yeniden üretmek zorunda kalıyor. Yazarın yaptığı bu tespite yabancılaşma gerçeğini de ekliyor. Çünkü akademisyenler şirketlere has ilkelere uyum sağlamazsa işinden olma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor ve bu durum onların kendilerine yabancılaşmış toplumun içinde ancak toplumla bütünleşemeyen atomize birey olmasına neden oluyor. Ne fabrika ama! Üretemediği tek şey; insan.

Fleming’in başka bir iddiası ise üniversitelerde otoriterleşme eğilimi. Yazara göre, üniversitelerde akademisyen profillerinde en çok aranan özellikler saygı, uysallık ve sadakattir. Bu kriterlerin Kıta Avrupası üniversiteleri için de geçerli olduğu söylenebilir. Buradaki saygı, uysallık ve sadakat, özellikle üniversite bürokrasisiyle ilişkilerde belirleyici üç turnusol niteliği taşır. Ancak bu saygı, hoca-öğrenci veya hoca-asistan ilişkilerinde öğrenimin doğasında bulunan saygıdan farklı olarak, hiyerarşik emirlere koşulsuz boyun eğme anlamında kullanılmakta. Ayrıca yazara göre hiyerarşik emirlerin noksansız ifa edilmemesi kişinin “uyumsuz” olarak yaftalanma yaptırımına tâbi tutulmasına ve görmezden gelinmesine sebep oluyor. Kaygan zeminlerde ve sisli zamanlarda yönetimle arasını iyi tutmak için göze batmamanın bir çözüm yöntemi olarak kabul edilmesi bu eğilimin bir sonucu. Yazara göre üniversitelere gerçekten yön veren kararlar kapalı kapılar ardında alınıyor ve bu görünmez kurallar hiçbir zaman yazılı hale gelmiyor. Bu eğilim herkesin gördüğü ancak resmini çizemediği bir manzara. Ve yazara göre neoliberalizmin hâkim olduğu üniversite tipinde performans göstergeleri her zaman artmakta ve akademisyen profilleri kendilerinden şüphe etmeye zorlanmakta. Bu yüzden kendisi ile mücadele eden akademisyenlerin neoliberal ilkeleri aşabilecek ilkeleri ortaya koyabilmesi giderek zorlaşmakta ve bu boşluktan piyasa aktörleri kolayca yararlanmakta.

Teşvik, yayın yapma ve atıf alma döngüsünde, önemli dergilerde yayın yapmanın fetişleştirilmesinin neoliberal piyasa aktörlerine nasıl kazandırdığı “Saçı Olan Bir Çizelge Değilsiniz” başlıklı dördüncü bölümde anlatılıyor. Şirketlerin bir şekilde “prestijli” akademik dergiler kurması ve akademisyenlerin literatür takibi yapabilmeleri için üniversitelerin bu dergilere inanılmaz abonelik ücretleri ödemesi başlı başına sorgulanmalı. Yazara göre bu şaibeli döngüde kazanan çok uluslu şirketler oluyor. Verileştirilmeyen hiçbir katkının artı değer olarak kabul edilmemesi neoliberal üniversitenin en büyük açığı. Öğrencilerin hayatına dokunmanın, onlara yol göstermenin ya da görünmeyen bir sürü faydalı faaliyette bulunmanın sıfır değerine sahip olması neoliberal sistemdeki metalaştırmanın boyutunu maalesef apaçık gösteriyor. Yayın yapmanın doğal bir süreç olmaktan çıkarılıp temel amaç olması suni yayınların artmasına ve bilgi kirliliğine sebep oluyor. Yazara göre bu durum akademisyenlerin kendi çalışmalarını tahrif edip sahte yayınlar yapmasına da sebep olabiliyor. Bu yüzden sağlıksız beklentilerle kuşatılan akademinin içinden gerçekten yaraya merhem olan çalışmaların çıkması istisnadan başka bir anlam ifade etmez.

Kitabın sekizinci bölümü, hayatın içinden tiyatral manzaraları kara mizahın gerçekçiliğiyle resmettiği için oldukça akılda kalıcı. “Akademide Yıldızlık Kompleksi” başlığını taşıyan bu bölüm başlı başına neoliberal üniversitenin yan etkilerinin görülmesi için yeterli. Yazarın akademik şöhretin bilgi üretimi ile değil, uzmanlıkların ticarileştirilmesiyle ölçüldüğü tespiti üniversite kurumunun paradigmasından uzaklaştığını tek başına göstermiyor mu? Ayrıca Fleming’in üniversitelerin ünlü akademisyenleri transfer ederek daha fazla gelir elde etme eğilimine sahip olduğunun altını çiziyor. Bugün, sosyal meseleler karşısında gerektiğinde açıklama yaparak toplumu aydınlatanlar dışında, ününü her yolla artırmaya çalışan akademisyenlerin sayısı görmezden gelinemeyecek kadar fazla. Burada ticarileşen ve meta haline gelen aslında bizzat akademisyen. Neoliberal üniversite için pazarlanamayacak ve meta olarak sunulamayacak hiçbir şey yok. Yazarın altını çizdiği bir başka husus ise bu yıldızların yürüyen reklam panoları olduğu ve gelir elde etme potansiyelleri olduğu için kendilerine çok fazla önem verildiği. Bugün atıf sayısına göre akademisyenlerin transfer teklifi aldığı ve pozisyon değiştirdiği düşünüldüğünde tespitin isabeti gün gibi ortaya çıkıyor.

Üniversitelerin misyonları gerçekten bilgi üretimi yapmak ve eleştirel direnç merkezleri olmak mı? Bu misyonu tarih boyunca gerçekleştirmeyi başardı mı? Bu misyon ne derecede gerçekçiydi? Yazar kitabın farklı bölümlerinde bu sorulara da cevap arıyor ve geçmişi özlemle anan romantik bir tavır içerisine girmiyor. Jacques Derrida’nın koşulsuz üniversitesi hayata geçirilebilir mi sorusunu irdeliyor ve bunun bir realite değil potansiyel olduğunun altını çiziyor. Neoliberal üniversitenin oluşturduğu “akademik kapitalizm”in krizde olduğunu vurgulayan yazar, piyasaya direnmenin oyunun içinde kalmak isteyenler için imkânsız olduğunu söylüyor. Yazara göre devlet, piyasa ve endüstri üçlüsü sadece üniversiteleri değil tüm toplumları ele almış vaziyette ve tünelin sonundaki ışık her an sönebilir.

Muhammed Furkan Kâhya

 

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir