Yahyâ’ya Mektup – 4

Yahyâ, yapıp ettiğimiz şeylerin anlamına dair bir misalle başlamak istiyorum. Haftada bir buluşup sohbet ettiğimiz bir arkadaşım her defasında mekân olarak Eyüp Sultan’ı tercih ederdi. Ben de ona itiraz etmez her hafta küçük bir çay ocağında buluşurduk. Tekdüzeliği sevmeme rağmen, daimî aynı yerlere gelmek canımı sıkmış olmalı ki, neden sürekli buraya geliyoruz, senin için özel bir anlamı var mı, diye sorduğumda, hayır bir sebebi yok, demişti. Ama ben de takıntı haline gelmiş olacak ki sürekli altını kurcalamaya başlamıştım. Konuştukça açıldı. Açıldıkça meselenin hakikati ortaya çıktı. Arkadaşımın sevip de ayrı şehirlere savrulduğu kadının bu şehirde yalnızca bu semtte akrabası vardı ve ola ki bu şehre gelmesi durumunda kalacağı tek yer burasıydı ve bu şehirde karşılaşma ihtimalinin en yüksek olduğu yer de Eyüp Sultan’dı.

Yahyâ, birkaç gün önce “Ağabey” dediğim bir büyüğüme yazdığım mektup ortak bir tanıdık vasıtasıyla iade edildi. Mektubun geri gönderilme sebebi olarak da kendisine karşı eski muhabbetimin olmadığı hissi imiş. Belki bu bir imtihandı. Eğer mektubu kabul edersem haklı çıkacaktı. Hiç itiraz etmeden aldım mektubu. Çünkü dostluklar imtihan kabul etmez. Beş yıl evvel yazıp gönderdiğim bu mektubu okuduğumda şaşırıp kaldım. O zamanki yazan adamla şimdi okuyan adam arasında ruhen ve zihnen hiçbir ortak nokta yoktu. Bu hadiseden sonra acaba bu yazdıklarımın akıbeti ne olacak, yıllar sonra bu mektupları okurken neler hissederim diye düşünmeye başladım. Oysa mektup yazarken düşünmek, samimiyetten uzaklaşmak demektir.

Yahyâ, uzun zamandır okumak, yazmak, kitap tavsiye etmek, edilen tavsiyelere uymak ve okuduklarım üzerinde fikretmeyi düşünüyorum. Bunların hepsini bir gün zihnimde oturabilirsem uzun uzadıya sana yazmak isterim ama şimdilik sadece değinmekle geçeceğim. Okumak nedir diye sorarsan, benim için okumak, öze dönmektir. Bir dostumla bir mecliste bu mesele üzerine tartışmıştım. Okumanın insanı ileriye değil, geriye götürdüğünü savunmuştum. O gün kendimi iyi ifade edemediğim için söylediklerim tesir etmemişti ve susmak zorunda kalmıştım. Belki aynı tecrübeleri yaşamamıştık ve aynı düşünceleri paylaşmamız da pek mümkün görünmüyordu. Çünkü ben Koca Yunus’ta yuğmak kelimesini okuyunca, sekiz yaşıma dönüyor ve nenemin (anneannemin) sabah uyandığımda “yüzünü yuğdun mu oğul?” sorusunu işitiyorum. Ve bu ses beni başka hatıralara yönlendiriyor. Misâl, nenem yatmadan önce hiçbir kabın ağzını açık bırakmazdı. Sebebini sorunca da “Evladım, içine şeytan işer.” derdi. Ayrıca gece aynaya bakılmasını, yer süpürülmesini de hoş karşılamaz, bunların fakirlik getireceğini söylerdi. Ben de bunların koca karı masalı olduğuna inanır ve pek kulak asmazdım. Ta ki klasik metinlerde bunları okuyuncaya değin. Bir de her sabah güneş doğmadan önce kalkar, dış kapıyı açar, üç ihlas bir fatiha okurdu. Bunun da sebebini şöyle açılardı: “Oğul, insanın rızkı, kısmeti seher vakti kapıya gelir, güneş doğana kadar beklermiş, eğer kapı açılırsa içeri girer, kapalıysa geri dönermiş.” Bu âdeti annem ve babam da hâlâ devam ettiriyor ama ben çok bilmiş ise eriniyorum. Âh hep arzuladığımız koca karı imanı. Onu da kapımızdan çeviriyoruz. İşte böyle Yahyâ. Her okuduğum metinde ileriye değil, geriye gidiyorum. Bunu fikri bir temele oturabilirsem gene yazacağım inşallah. Bir de kitap tavsiyesinden sakınmak ve zikirsiz fikir üzerine de bir şeyler karalamaya çalışacağım. Ya Nasip!

Yahyâ, Buhara Gönüllüsü Şevket abi vardı. Bembeyaz sakalları, dinginliği, vakarı, büyüklere sadakati insanda hayranlık bırakır ve doğrudan cezbederdi ve de insanda kendisiyle konuşma isteği uyandırırdı. Konuşmaya başlayınca da büyük bir hayâl kırıklığı olurdu. Her sohbette hemen hemen aynı şeyleri anlatır, namaz kıldırırken dili dönmediği için bariz tecvit hataları yapar bu da insanlar arasında dedikoduya sebebiyet verirdi. Özellikle iyice yaşlanıp gözleri zayıf görmeye başlayınca kitaptan okuduklarını da kekeleyerek okumaya başlamıştı. Bu da daha can sıkıcı bir hâl alıyordu. Ben dâhil birçok kişi bundan şikâyet ederdik. Yaşının verdiği tecrübeyle olsa gerek arkasından konuşulanları, bıyık altından gülenleri hisseder ama hiçbir şey söylemezdi. O büyük bir sadakatle verilen emri yerine getirmekten başka bir şey düşünmezdi.

Günler böyle akıp giderken bir gün hastaneye kaldırıldığını işittim. İki gün sonra da evine göndermişlerdi. Akciğer kanseri olduğu ve bir-bir buçuk ay ömrünün kaldığını öğrendiğimde o eleştiren birkaç kişiyle birlikte riyakârca ziyaretine gittik. Şevket abi bedenen bitik bir hâldeydi ama ruhen acayip bir zindelik içindeydi. Konuşmaya başlayınca o kekeleyerek konuşan, sürekli aynı şeyleri anlatan abi gitmiş de yerine başka birisi gelmişti sanki. Öyle bir sohbet veriyordu ki değme hatipler bu üsluba erişememiştir. Böyle tane tane, kendinden bir şey katmadan, geldiği gibi anlatıyor, sohbet su gibi akıp yolunu buluyordu. Bu durum dilden dile dolaştı ve bütün ilçe haberdar oldu. Peyderpey insanlar ziyaretine gidiyor, sohbetinden istifade ediyor, şaşkınlıktan apışıp kalıyorlar ve iyileşmesi için dua edip bir ân önce sohbete başlamasını bekliyorduk.

Son ziyaretine gittiğimizde, bana öyle şeyler gösterildi ki şimdi size anlatsam hiçbiriniz inanmaz ve bana deli damgası vururdunuz. Onun için insanların akıllarının yeteceği kadarını anlatmakla yetiniyorum, demişti. Bu sohbetten üç gün sonra da vefat etti. Aradan üç yıl geçmesine rağmen hâlâ etkisinden kurtulamadım.

Bu meseleden sonra fark ettim ki asıl iş bilmek değil, bildiğinle amel etmek. Nice ilim sahibinin geçmişine ve bugününe şahit olmaktayız. Yahyâ, bu söylediklerimle sakın cahilliği övdüğümü sanma. Benim kastım ümmîleşme. Yani annenden doğduğun ilk günkü hâline, o safiyete ulaşabilmen ve en sonunda şu alçaltılmış dünyadan cennete yükselmendir.

Yahyâ, bunca okumaktan bahsetmişken, eğer bir gün Körleşme‘yi okursan, nasıl yavaş yavaş yenildiğimizi, bu yenilgiye gözlerimizi kapatarak, kör taklidi yaparak nasıl karşı koymaya çalıştığımızı ve bu çabanın bizi nasıl komik bir hâle düşürdüğünü daha iyi fark edeceksin. Bu farkındalık da seni incitmekten başka bir işe yaramayacak.

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • körlük , 12/04/2021

    gerçekten de yapıp ettiğimiz seçtiğimiz beğendiğimiz ve nefret ettiğimiz her şeyin bir sebebi var aslında. sevgide bu yumuşak gerçekleşirken yıkıcı duygularda daha sert oluyor. mesela nefret. insanın -kendisine veya başka bir şeye karşı- çözemediği ve süregiden nefret duygusu, dışarda benzer bir nokta bulduğunda hemen yapışıyor ve bu yıkıcılık o başka şeylere de aktarılıyor. çözülemeyen tüm içsel çatışmaların insanı esir eden bir yönü var. insan önce kendisini sonra da başkalarını affetmesini öğrenemeden olmayacak galiba. sevgi güzel şey, nefret gibi duygularda ise durum böyle sert ve boğucu oluyor.
    aslında belki de şöyle ki biz hep eskiyi yeniye aktararak anlam dünyamızı kuruyoruz. çok ender durumlar dışında da kimse kimse ile aynı tecrübeyi yaşayamadığı için herkesin anlamı kendine has oluyor. geçmişin tüm yükünden kurtulmaksa insanın kendisini aşması yani özgürleşmesi anlamına geliyor olabilir. böyle bir hâli düşünmesi bile güzel!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir