Seni severken çok şey öğrendim.
Kendini güneşe gizlemek isteyen gecenin varlığını mesela… Derisinin altında bir şey sakladığını sananları… Ara yollarda ana mecrayı arayan, aradığını kaybettiği sokakta değil de arka bahçesinde bulanları mesela…
Mesela maske takarak kendini kimliksizleştiren ve sonra da kendi ben’inin derdine düşenleri… Aynaya baktığında karşısında kırgın, üzgün, yaralanmış ve bunalmış bir özne görüp kendine değil de aynaya makyaj yapanları… Dur daha bitmedi. Acısını gizleyerek göstermeye çalışırken derininde başka acılarla karşılaşanları, dönüp dönüp sancısını okşayan ve okşadığı yerde teselli arayan kepenk kapatmışları…
Anlamları kelime kabından çıkarıp şöyle uzaktan anlamsızlığa göz kırpan dünya denen minibüsün şoförlerini… İlk fırsatta havlu atan, düştüğü yerden değil de doğduğu yerden ayağa kalkıp bir gecenin kıyısında sızanları… Bela girdabında savrulurken gemisinin kaptanını denize atan ve ‘işte şimdi kurtuldun’ diyen kendi gemisine perçinlenmişleri… Dünyaya karşı kapanan, büzülen, örtünen, duyarlılığını yele veren, boğulan ve hissizleşen kırka bölünmüşleri…
Daha sayayım mı? Dinle o halde. Kendi dehlizlerinde kilit ararken anahtar bulan ve bu yüzden dehlizlerinden dehlizlerine kaçan, bulmanın değil aramanın peşindekileri… Ürpertici kaygılarını koynunda saklayan boşluk biriktiricilerini seven uslanmaz gönül madencilerini…
Seni severken kâinatı sevmeyi öğrendim. Kâinatı sende seni kâinatta sevdim. Seni sevmenin, seni sevmekten öte bir şey olduğunu bildiğim halde, yaşadığım o eksikliği sevdim.
Eksikliklerinden bir dünya kuran ve sonra da o dünyanın ortasında oturup ‘ama ben sadece sevdim’ diye ağlayanları sevmeyi öğrendim. Tek sermayesi “seni seviyorum” sözü olana ama bu sözün, içlerindeki o yüce manayı anlatmak için kâfi gelmediğinin farkında olan uyumsuzları… O’nun yüzüne vurgun ve dahi sürgün olanları, bu sürgünlüğü mükâfat gibi görenleri, Leyla’yı önemsemeyip önemseyenleri… Bilemezsin daha neleri…
İncinmişleri, dünyaya bir acının arkasından bakanları, merdiven altı ve çıkmaz sokaklarda ellerindeki tek sermaye olan aşklarını büyütenleri, O’na narin bir çiçek gibi değil bir giyotin gibi bakanları… Bir ömür o kokunun peşinden kendi âlemininde seyr edenleri, aşka düştüğü için özür dileyenleri ama daha derine düşmek için yeni kuyular kazanları… Bilemezsin neler öğrendim…
Her gece rüyasında bir dağdan aşağı yuvarlandığını ve en son dağın yamacındaki bir fidana çarptığını görüp duranları, uyandığında ise bütün vücudunun kırıklarla dolu olduğunu gören ama yine de o fidana doğru yuvarlanmak için çıldıranları…
Gördüğü rüyayı anlatmak için sabah ilk gördüğü kişiyi saatlerce eyleyip yine de gördüğü rüyayı anlatamadığından şekva edenleri, uzak bir şehirdeki kimsesiz bir otelin soğuk ve yabancı bir odasında sımsıcak gözyaşlarını yastığına bırakanları, büyümenin hayatın çatlaması olduğuna kanaat getirip çocukluk aşkına dönmek için gençliğini gömenleri…
Kendi diline güvenmeyip sessizliği seçenleri ve dahasını… Bütün bunları seni sevince tanıdım. Anladım seni sevmek asla seni sevmek değil.
Sulhi Ceylan
4 Yorum