Yine masa başındayım ve yine sana mektup yazıyorum Aydoğan. Mektup yazacağın başka biri yok mu diyebilirsin. Ama ne önemi var ki? Sevincin yüzünden peçeleri tek tek kaldırdığımızda altından keder çıkmayacak mı?
Cahit Zarifoğlun dizeleri geldi aklıma: “Ateş kararıyor, bu içimin alevleri / Acı çekiyorum elimden alınmışsın gibi…”Senin de durup dururken aklına dizeler geliyor mu? Şiir işte, bıçaklıyor insanı… Hayat hayata bahane anlayacağın. Ya da yaşamak başlı başına bir uyuşturucu. Hayat nedir sence? Bence yaşamayı kabullenmektir. İşte bu kadar basit ve sade. Sadeliğin ihtişamı diye afili bir cümleyi de buraya ekleyeyim. Evet, yaşamayı kabullenmek, bu sayede çektiğimiz acılar bile hafifliyor. Düşünsene yaklaştıkça uzaklaşıyoruz kendimizden. Bir yaşamak tutturmuşuz hayata perde. Bırak bu ayakları Sulhi, kim çözmüş ki hayata dair problemleri de diyebilirsin. Kolaysa düşünme! Bir kere kapıdan girmişse insan, girmemiş numarası yapamıyor. Ahmed Gazali hazretlerinin bir sözü geldi aklıma, biliyorsun kendisi İmam Gazali hazretlerinin kardeşi: “Bu mertebe öyle bir yerdir ki burada âşık, mâşuktan daha mâşuk olur. Âşığın kendi benliğinden ilgisini kesmesine bağlı olarak şaşılacak durumlar ortaya çıkar. Öyle bir noktaya gelir ki âşık, mâşukun bizzat kendisi olduğuna inanır.” Nerden bu söz geldi aklıma diye sorma sakın. İşte sana hayatın ne olduğuna dair dört başı mamur bir cevap. Koy heybene, nasılsa lâzım olmayacak bize.
Kendimi bir duvarın dibinde hissediyorum çoğu sefer. Çökmüşüm… Önümden insanlar geçiyor, her biri kendi içinde çökmüş ama farkında değiller. Farkında olmak istemiyorlar. Sistem onlara dik durmasını öğütlüyor. Dik dur, kimse acını görmesin, zaten acın yok… Duvar dibi deyince Mustafa Çolak’ın o meşhur fotoğrafını hatırladım. Şimdi ne yapıyordur Allah bilir. O duvar dibini hatırlıyor mudur? Takım elbise giyen insanlar duvar diplerini hatırlarlar mı?
Üniversite günlerimi nedense çok özlüyorum bu aralar. Bu aralar hep bir özlem zaten… Bir gün Trabzon meydandaki parkta oturmuş çay içiyorduk Sade Salih’le. Derken bir berduş geldi. Evet evet, berduş ve içki kokuyordu. Sade Salih’le camiden yeni geldiğimiz için, namazın kabul olup olmaması meselesini konuşuyorduk. Birden lafa girdi ve “Namaz kılıyorsunuz ama kıldığınız namazın kabul olup olmadığını bilmiyorsunuz! Bu nasıl namaz?” deyiverdi. O an utandım kendimden. Evet biz yaptığımız işlerin hakikatinden fersah fersah uzaktık. Zahir bizi çepeçevre sarmış. Secde ki Allah’la buluşma anıdır. Allah’la buluşan insan namazının kabul olup olmadığını bilmez mi? Ahh Aydoğan, inan bilmiyorum namazım kabul edildi mi edilmedi mi? Sen biliyor musun? Ama o berduş biliyor. Dur bir şey deme sakın. O içki ile sarhoş olmuşsa biz de arzularımızla sarhoşuz. Şayet tüm günahlardan sonra insanlar sarhoş olsaydı, şu dünyada ayık kalır mıydı sence?
Bak, aşk ehli ne diyor: “’Seni seviyorum!’ dediği kişiden ‘Ben de seni!’ yanıtını bekleyen, sevgideki ‘manevî’ nisbeti ‘maddî’ kısmete indirgemiş demektir.” Sevgideki manevi nispette ne oluyor Aydoğan? Bu söz üzerine hiçbir şey söyleyesim gelmiyor. İmgesi kaçmış bir yaşamak elimizde hayat bulduysa bu sözle aramızda, okyanusların olması gayet doğal. Ne diyordu Cemal Süreya; “Bir yere geldik ki / Hiçbir sokağın adı yok”
Sulhi Ceylan
17 Yorum