Kelimenin kökünün kelm’den geldiğini ve kelm’in de yaralamak anlamına geldiğini biliyor muydun Aydoğan? Bu aralar “Ene bi aşkın bahr” adlı parçayı dinliyorum. Şarkının bir bölümü şöyle “ben denize aşığım / ve ben semaya aşığım / ve ben yola aşığım / çünkü bunlar hayat / ve sen ey sevgilim / sen hayatın tamamısın” Sözlerin sadeliği ve sadeliğin arkasında ki o koskocaman gerçeklik nasıl da insanı çarpıyor… Aşkın insana hayatı öğretmesi, perdeleri bir bir yırtması ve insanı hakikatle burun buruna getirmesi… Hani sokakta yürürken, birinin bağırarak “Seviyorum” dediğini işitirsin ve gülümsersin. Aşk işte dersin, kendini kanıtlamak istiyor… Açığa çıkmak, görünmek istiyor… O halde söylüyorum Aydoğan, aşk yoksa hayatın anlamı yoktur. Farkında mısın hayatı, herkesin anlam yüklemek istediği o müthiş hayatı; aşk üzerinden tanımladım. Bazılarına bu durum çok saçma gelebilir ama ne yapalım aşk herkesin kapısını çalmaz…
Bazen insan sonsuzluğu hisseder… Ona dokunabileceği kanısına varır. Ama bu anlar hayatta çok azdır. Belki de hayatımıza anlam veren bu dakikalardaki yaşadığımız esrimedir. Ah Aydoğan hayat çok ciddi! Ama böyle anlardır insanı hayatta tutan. Böyle anların yine olabileceği, tekrarlanabileceği değil midir bizi hayata bağlayan… İstersen konuyu biraz daha açayım. İnsan, başkasının varlığında kendi varlığını eritmezse varoluşun hakikatine eremez. Erimek dedim farkında mısın? Yavaş yavaş ve azar azar erimek… Aşkın acelesi yoktur Aydoğan. Öyle ki acı çektirmekten hoşlanır. Ama unutma aşk acısı kişiyi kemâle erdirir.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Desem ki” şiirini bilirsin… “Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır, / Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor, / Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini” diye devam eden şiir hani… İşte bu şiirde de hayat, anlamını aşkta buluyor. Çünkü aklımız, hayatın anlamını bulmak için yeterli değil. Akıl, ancak sevgilinin ayaklarının dibine bize götürebilir. Ama oraya gelince, kişi kendini ispat etmek istiyorsa aklını kurban etmesi gerekir. Aşk böyledir. Delil ister. Kan ister… Varlık iddiası aşkın şirkidir. İkilik anlayışı aşkta kendine yol bulamaz… Âşık “Ben sana mecburum” diye inlemelidir. Böyle inlemedikçe kendindeki o koskoca varlık duvarını yıkamaz. Bu sebeptendir âşığın maşukun evini kıble edinişi… Boşuna mı aşığın gözü karadır demişler. Evet aşığın gözü karadır çünkü âlemi tek renkten ibaret görür. O da maşukun rengidir. İstersen bir Hıristiyan olan Süfra’ya âşık olan Emevi Halifesi’nin sözlerini oku da bana hak ver:
“Henüz o güzele sevgi gözümle bakıyordum ki onun putu öptüğünü gördüm.
Yazıklar olsun ey Hıristiyanlar!
Sizden her kim o güzeli put gibi mabud görmüyorsa.
Ah, Rabbimden, dilerdim ki o güzelin öptüğü putun yerinde olaydım da
Sonra cehennem alevinde yansaydım!”
Aydoğan, aşk insanı çağırır.Nitekim aşklar çağrılmama hikâyeleri ile doludur. Bir çağrıyı Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna’da Türkçenin en güzel sözcükleriyle şöyle özetliyordu: “Raif ben şimdi gidiyorum, ne zaman çağırırsan yine gelirim.” Sen de şimdi aşkı çağır, sen de şimdi Allah’ı çağır Aydoğan. Gönlümüzün ve ömrümüzün bütün baharları için…
Sulhi Ceylan
4 Yorum