Türk Romanına Baba Figürü Üzerinden Bir İnceleme

Roman, yapısı itibariyle çok katmanlı bir okumaya muhtaçtır. Roman, ayna tuttuğu karakterler ve olaylar üzerinden aslında aynı zamanda toplumsal dönüşümlere, toplumun bulunduğu hale ışık tutar ve bazen de bir reçete sunar. Oradakiler sadece tasvir edilen karakterler değildir, aynı zamanda temsiliyet görevleri vardır.

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında öldürülen baba aynı zamanda Çar’dır mesela. Oğulların farklı yaşayışlarda olması Rus halkına işaret eder ve soru şudur: Çarı hangi kesim öldürdü?

Mehmet Narlı ve Berna Uslu Kaya’nın Ketebe Yayınları’ndan çıkan Romanlar ve Babalar eseri, Türk edebiyatından 35 romanı baba figürü üzerinden inceliyor. Baba figürü üzerinden romanın yazıldığı dönemde figürün temsiliyetine ışık tutuluyor.

Şunu görüyoruz: Tanzimat dönemi edebiyatında, Osmanlı devletinin çökmekte oluşu toplumu baba kaygısına itmiş, babasız kalınmış, babasızlık sonucunda da bir derman aranmıştır. Tanzimat dönemi yazarları eserlerinde anlattıkları baba karakterlerle toplumun bu babasızlığına ve babasızlığın doğurduğu sonuçlara işaret ederken aynı zamanda çözüm üretmeye çalışarak topluma babalık etmeye çalışmışlardır. Dönemin yazarlarına göre baba evde nasıl otorite olması hasebiyle düzenin koruyucusu ve sağlayıcısı ise devlet de toplumun babası olarak toplumsal düzenin sağlayıcısı ve koruyucusudur. Toplum devletsiz kaldığında veya devlet babalık görevini yerine getiremez hale düştüğünde nasıl savrulacaksa, ailelerde de evlatlar savrulmaktadır. Örneğin Ahmet Mithat Efendi’nin İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş romanında oğul, ölen babanın gizlenmiş hazinesine engelleri aşarak ulaşır. Fakat evin annesi, babayı öldürenlerle mücadelede başarısız olmuş, evi terk etmek zorunda kalmış, konağını kaybetmiş, yaşamını dilenerek sürdürmek zorunda kalmıştır. Ahmet Mithat’ın romanlarında baba, düzenin sürdürülmesi için bir teminattır. Baba ortadan kalktığında eş, evlatlar, cariyeler hatta mahalle halkı kaosun içine sürüklenecek, kaostan da salimen çıkamayacaklardır. Bahtiyarlık romanında da babasını kaybeden Senai, işini, servetini, çevresini kaybetmiş, Paris’te içki, kumar alemine dalmış, hastalanmış, parasız kalmış, sonunda hırsızlık bile yapmıştır.

Cumhuriyet ile birlikte beğenilmeyen babaların yerini doldurmak için yer yön arayışına yönelinir. (Cumhuriyet aydının Osmanlı’yı beğenmemesi burada gözden kaçırılmamalıdır.) 1950’lerden sonra romanlarda, babalar suçludur ve sahne onlarla hesaplaşmaya girişen evlatlardadır. Babalar saftır, otorite düşkünüdür, müdahalecidir ve başarısızdır.

Son dönem romanlarında evlatlar, babalarına dönüştüğünü görürler. Sert dil artık biraz daha yumuşamıştır.

Mehmet Narlı’nın deyişiyle roman, kendi çocukluğunda (Tanzimat) babayı dertlerin dermanı, ergenliğinde (Cumhuriyet) baba ile çatışmayı, erişkinlikte (son dönem) babanın da evladın da yerli yerine konulma çabasına şahitlik etmiştir.

Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanında Aysel savrulmuş bir hayat yaşamıştır. Kocasını aldatmış, mutluluğu elde edememiş, sonunda da bir otel odasında çırılçıplak yatağa girip ölmeye yatmıştır.

Aysel, hayatını sorguladığında, çocukluğundan beri yaşadığı çatışmaları, huzursuzluğu, içine çekilmeleri düşündüğünde hep sorumlu olarak baskıcı babasını görür. Salim Efendi, zihni geçmişte kalmış, geleneklerine bağlı, sorgulamayan, otoriter, yargılayıcı ve baskıcı bir baba figürüdür. Aysel hayatını babasına rağmen yaşamıştır. Babası onu okula göndermek istememiştir mesela, Aysel okul okumak için bile mücadele etmiştir. Fakat romanda Aysel bir şekilde o normun dışına çıkmış, istediği eylemleri gerçekleştirmiştir. Yine de mutsuz olmuştur. Baba ile çatışmanın bir nihayeti yoktur. Baba baskıcı bir hayat yaşattığında o cendereden çıkmak mümkün değildir.

Romanlar ve Babalar gerçekten müthiş bir çalışma. 35 roman, baba üzerinden okunurken tüm alt metinler irdelenmiş. Okura yeni bir bakış açısı kazandırmada mahir. Ben bir okur olarak sadece Hakan Günday’ın yeraltı edebiyatı yazarı olarak anlatılmasına bir eleştiri getirebilirim. Türkiye’de yeraltı edebiyatı bir kavram olarak oturmadı. Hakan Günday kısaca söylemek gerekirse suç ve suçlu üzerinden bir ahlak anlayışı geliştirir. Onun asıl ilgilendiği mevzu suç, suçlular, kötülük, hayatın acımasız yönleri, karanlıktır. Yeraltı edebiyatının suç ile ilgili bir alanı yoktur. Yeraltı edebiyatı yaşam muhalifi bir duruştur ve gücünü, umursamazlığından, pes etmesinden, kaybetmesinden alır. Onun direnişi, sonucu belli bir direniştir. Türkiye’de yeraltı edebiyatı yazarı olarak Metin Kaçan ve Şenol Erdoğan’dan başka isim zikretmek pek mümkün görünmüyor bana.

 

Yasin Taçar

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir