Her insanın bir hikâyesi vardır. Gündelik hayatın telaşından olsa gerek çoğu zaman çevremizdekilerin seslerini dinleyemiyoruz. Bu durum aslında dünya üzerindeyken; dünyanın dönüşünü hissedememek gibi bir durumu ifade ediyor. Yaşam kesitlerini çarpıcı bir sinema karesiymişçesine veren öyküleri dinlemeyi ve okumayı seviyorum.
Yazar Ernest Hemingway, bir keresinde arkadaşlarıyla oturmuş öğle yemeği yerken kısa öykücülükten söz açılmıştı. Hatta olaya iddialı yaklaşan Hemingway birkaç kelimeyle bile insanların hüzünlenebileceğini iddia etmişti. Yazarın bahse katılan tüm arkadaşları iddiayı kaybetmişlerdi. Hemingway, masadaki peçetelerden birine hızlıca şu sözcükleri yazmıştı: “Satılık bebek ayakkabısı, hem de hiç giyilmemiş…” Bu kısa hikâyeden de anladığım gibi insanlara dair bazı çarpıcı detaylar, bize hikâyenin tamamından daha fazla şeyler anlatabiliyor.
Kısa öykücülük deyince Türk edebiyatında aklıma; Sait Faik Abasıyanık, Füruzan, Sebahattin Ali, Bilge Karasu, Refik H. Karay, Haldun Taner, Kenan Hulusi Koray, Haldun Taner, Vüs’at O. Bener, Oğuz Atay, Ferit Edgü gibi isimler geliyor. Bu yazarların pek dünyama hitap ettiği söylenemez. Ama hayata dair birçok şeyi onlardan öğrendiğimi söyleyebilirim. Sonraki yıllarda bizim cenahtan da bu işi büyük bir ustalıkla yapan yazarlarla tanıştırmıştım kendimi. İlk gençlik okumalarımı hikâyecilik yönünden Necip F. Kısakürek, Sezai Karakoç, Mustafa Kutlu, Şevket Bulut, Rasim Özdenören, Durali Yılmaz, Ali Haydar Haksal, Hüseyin Su, Ramazan Dikmen ve tabi ki Cahit Zarifoğlu gibi yazarlarımızın şekillendirdiğini söyleyebilirim.
Kısa hikâyecilik konusunda hâlâ ciddi bir okuyucu olduğumu söyleyebilirim. Bu doğrultuda okumalarımı zaman zaman yeni isimler doğrultusunda da ilerletiyorum. Örneğin en son okumuş olduğum Ömer Can Coşkun; edebi değer, konu ve izlek açısından İslâmî duyarlılıkları olan bir yazar. Edebifikir’deki çoğu öyküsü Eşik Yayınlarınca “Dünyanın Dönüş Hızı” ismiyle kitaplaştırıldı. Şu an bu kitabı hikâye sanatı açısından oldukça beğendiğimi söyleyebilirim.
Dünya artık daha hızlı dönüyor
Bir akademisyen olarak her geçen gün kendimi sıfırlayıp yenilemeye çalışsam da bazen çevremdekilerin hızına yetişemediğimi ve hayata yenik düştüğümü hissediyorum. Bazen Japonların inemuri (uyuklama) sanatı gibi küçük anlarda ve zamanı yavaşlatarak yaşamak istediğim oluyor. Velhasıl bu çağın adamı değilmişim yahut dışlanmışım gibi bir durumu yaşıyorum. Ömer Can Coşkun’da benzer hislerle mi bilemiyorum kitaba ismini veren bir kısa öykü yazmış “Dünyanın Dönüş Hızı”.
Öyküde her şey sanki kalbindeki bir boşlukla uyanmış kahramanın sabah kahvesini içerken okuduğu ilginç bir haberle başlıyor. Fakat gördüğü başlıkla birlikte şaşkınlık ve kahvenin sıcaklığı bir arada yazarın bedenini sarıyor. Gazete başlığı şöyle: Dünya artık daha hızlı dönüyor. Gerçekten de dünya hızlı mı dönüyordu? Bunun üzerine yazar evinin odasında dünyanın hızlı döndüğüne dair bir takım işaretler aramaya koyuluyor.
Coşkun’un ifadeleriyle söylersek: İnsan kalabalığının -bir yere yetişmesi gerekmediği halde- bir yere yetişiyormuş gibi hızlı hareket ettiği noktalardan birinde durdu. Etrafına baktı. Hep söylenen trafik çilesi doğruydu. Kaldırımlar dâhil. Birbirine çarpmadan ilerleyen muazzam bir sistem kurmuştu insanlık. Sistem hareket üzerine kuruluydu. Herhangi birinin hareketsizliği sistemi bozabilirdi, bozdu da. Bu durum bana Şarlo’nun “Modern Zamanlar” filmini hatırlattı eğer sisteme aykırı bir tepki verirseniz, sistem işleyemez hale gelebiliyor ve diğer insanlar da bu durumdan rahatsız olabiliyorlardı.
Dünya döndükçe daha derine saplanıyoruz
Hikâyede; sonuna kadar, dünyanın hızlı döndüğüne dair emareler aranıyordu. Örneğin “Bir işaret” diyordu adam “bir işaret” lazımdı ona. Bu sefer biraz daha farklı bir algıyla yürümeye başlıyordu kahramanımız, arada etrafına bakarak o da katılıyordu hareketli kalabalığa. “Hızlı dönüyorsa dünya çabucak güneş batmalı” diye düşünüyordu. Kahramanımız insan kalabalığından iyice sıkılınca ara sokaklara giriyordu. Ara sokaklarda da birçok can sıkıcı hadiselerle karşılaşıyor ve en son evine geri dönüyordu. Tekrar koltuğuna oturuyor. Gazeteyi kenara fırlatıyor ve bir daha gazete okumamaya yemin ediyordu. Bazen yaşamın hızlı akışından ziyade yaşanan şeyler çok daha can sıkıcı olabiliyor. Benzer durumları kim yaşamıyor ki hayatında.
Ömer Can Coşkun’un kitabı yirmi bir kısa öyküden oluşmuş. Bu öyküleri okurken en çok; Anasır-ı Erbaa, Gramofon, “15 Temmuz” isimli öyküleri sevdim. Konular gündelik hayattan seçilmiş ve tıpkı Hemingway’de olduğu gibi basit, sade ama güzel bir şekilde anlatılmış. Coşkun’un öykülerinin Türk öykü geleneği içinde farklı bir tınısının ve başarısının olacağını düşünüyorum. Bana göre onun kitabının değerini yükselten ilk şey eski bir şarkıda dinlediğimiz güzelliklere sahip olması ve bunun satır aralarından sızmasıdır. Gramofon öyküsünden şu pasajı özellikle bu durumu yansıtıyor gibi: “Koy plağı, kur gramofonu. Tak iğnesini özenle, sapla plağın üzerine. Şarkı çaldıkça yan, kavrul. İğne plağın değil, yüreğinin üzerinde dönüyor yıllardır. Dönüyor, dönüyor… Döndükçe daha derine saplanıyor. Daha derine… daha… derine…”
Arif Akbaş