Ellerimi iki yanıma açarak bağırıyorum: “Hadi gelin, yok mu daha sizden, gelsenize, gelsenize ulan!”
Dizlerim titremeye başlıyor. El ve ayak serçe parmaklarımdan bütün vücuduma yayılan bir karıncalanma peyda oluyor sonra. Midemin yumruk misali olup sanki birazdan patlayacakmış gibi hissettirmesi ölümün habercisi mi? Bilmem. Keşke ölmeden önce bir kez ölebilseydik! Nasıl bir duygu olduğunu bilip ona göre yaşardık kalan hayatımızı. Ya da bir simülasyonu yapılabilseydi keşke. Neyse, bak dedikleri doğru çıktı işte. Ölmek üzere olan bir insandan keşkeler süzülür derlerdi, nasıl da sekiyor ama o cibiliyetsiz beş harf utanmadan etrafta.
Gözlerim iyiden iyiye kararıyor. Dizlerimin üstüne öyle sert düştüm ki, bir an vücudumu dizlerimdeki sinirden ibaret sandım. Sol yanıma doğru intizamlı bir şekilde yıkılmaya başladım. Bu düşüş, hayatımın en uzun düşüşüydü. Yaşamım boyunca başıma gelen saçmalıkların beni aşağıya çekmesinden bile daha korkutucuydu. Birçok şey geçti aklımdan o süreçte, hem de film şeridi gibi… Newton’un yerçekimi yasası bile geldi gözümün önüne. Sonra karardı her taraf. Bir sessizlik çöktü. Hiç olmadığı kadar sessizleşti oda.
***
Bir kargo şirketinde ayak işleri yapan biriyim ben. Yıllarımı verdim bu şirkete. Hayallerimi gerçekleştiremeyince, ben de insanların hayallerini bir yerden bir yere taşımaya karar verdim, diyeceğim ama inanmayın bu sözüme. Üniversiteden mezun olup işsiz kalınca ve büyük hayalim olan oyunculuk için de fazla çirkin bulununca, cep harçlığı çıksın diye rahmetli babam buldu bu işi bana. Bir dizi için gittiğim seçmelerde sahneye çıktığımda jüri üyeleri o kadar güldüler ki suratımın çirkinliğine sizlere anlatamam. İnsanları güldürebilmen ne kadar güzel bir yeti demeyin ne olur. Kıvrak, zeka fışkıran bir latife yapacak kadar zeki değilim ben. Aksine saf, aptal, fazla bahtsız ve hayli çirkinim.
Yaşadığımız dünya için oldukça dezavantajlı bir durum benimkisi. İşte o aşağılanmadan sonra işime oldukça sahip çıktım. Kargoların paketlenip sahibine gittiği süreçte hep titizlikle davrandım. Ama bahtsızım sonuçta. İnsan baht denen şeyin suyundan içmeli bir kere.
Babam birbirinden yaramaz, iki oğlan bir kızdan sonra çocuk yapmaya tövbe etmiş. Ama bir kaza kurşunuyla dünyaya geleceğim öğrenilince anam dahil herkesin yüzü düşmüş. Davetsiz gelmişim bu dünyaya. Çocukluğum bu yüzden mahsundur. Bizimkiler kızgınlıklarını atamamışlar ben şu yaşıma gelinceye dek. Hayatta olsalar yine yan gözlerle bakarlardı bana ama öldükleri için arkalarından bir şey söylemek doğru olmaz. İlkokula başladığımda okumayı sökmek üzereyken küçücük ayağımın üzerinden tır geçti. O kazadan sonra uzun süre hastaneden çıkamadım. Ameliyat üzerine ameliyat geçirdim. İnsanların ardımdan yürürken bıyık altından gülmeleri de işte bu kazadan ötürü aksak kalışım sebebiyledir. Okumayı da bir yıl gecikmeli öğrendim dolayısıyla. Çirkinliğim ilkokul iki de serpilmeye başlayınca, sınıf arkadaşlarım gülecek malzeme olarak beni seçtiler. Onlarca lakabım oldu, Çikin Metin (dikkat edin ‘r’ siz), Frankeştayn, mantar surat, topal, aksak… Ve tonlarca gözyaşı döktüm. Kimse oralı olmadı. Liseye geçtiğimde, okul müdürünün kızına aşık oldum. Olmaz olaydım. Durumu o zamanlar dost bildiğim Sedat’a açtım. Sedat, beni dinler, derdimle dertlenir gibi gözüktü. Nereden bilecektim göğsünün sol yanından hin planlar büyüttüğünü. Ertesi gün, bütün okul aşkımı biliyordu. Sedat, güzel bir kampanyayla beni madara etti. Görenler kahkaha atıyorlardı tabiî. Bu sefer sadece çirkinliğime değil, yüzüne bakmaya doyum olmayacak güzellikte, üstelik okul müdürünün kızına aşık olmama da gülüyordu herkes. Müdür de duymuştu olanları. Odasına çağırıp bir güzel patakladı beni. Kulaklarımı çılgınca kıvırıp kapıya doğru itince arkamdan o bile gülmüştü. Sonra yıllarca yüzümü yerden kaldıramadan yürüdüm okul koridorlarında.
Üniversite yıllarım da liseden pek farklı geçmedi. Uğrunda aylarca uykusuz kaldığım tercihimi sadece 0,001 puanla kaçırdım. İkinci tercihim ettiğim okula gidip yine bahtsızıklarla dolu bir lisans hayatı yaşadım. Hatta mezun olacağım sene, benle hiç alakası olmayan bir siyasi kavganın ortasında kalıp okulu uzattım. Ne dediysem de inandıramadım kimseyi.
***
Kargo müdürümüz odasından çıktı. Pantolununu koca göbeğinin üzerine inatla çekmeye çalıştı. Burnunu yalandan birkaç kere çekip, kibirli sesiyle; “Haydi bakalım, arkadaşlar, hepinizi odama bekliyorum” dedi.
Zaten beş kişi çalışıyoruz. Müdürün yiğeni iş bilmez Niyazi, işe başlayana kadar öyleydik. Niyazi, amcasının desteğiyle, tecrübesizliğine ve iş öğreneceğe de benzememesine rağmen aramıza katıldı. Müdürden başka kimse sevmez onu. Hatta ilçede, kargolarını verdiği insanlar bile haz etmez ondan. Ukaladır, pis pis ve durmadan sırıtır. Her an olmadık bir şey söylecekmiş gibi durur. Amcasını görünce hemen ellerini ovuşturur. Bizi gammazlar, arkamızdan sallar, sonra yanımıza gelip ne kadar iyi insanlar olduğumuzdan bahseder.
Müdürün odasına girdik, fazla zamanımızı almayacağını söylüyor. Seviniyoruz. Sevincim, müdürün söyledikleriyle beraber yerle yeksan oluyor.
“Genel merkezden, ilçelerimize daha hızlı taşıma yapabilmek için tahsis edilen motorsiklet Niyazi’ye tahsis edilmiştir. Veznedarlar için yeni bilgisayarlar gelmiştir. Herkese hayırlı olsun.”
Şaşkın şaşkın etrafıma bakıyorum. Nasıl olur ya hu? Altı yılımı verdim ben bu şirkete! O motor benim hakkımdı! Bir ay önce gelip altı yıllık bir emektarın hakkına gasp eden Niyazi’nin suratını görünce iyice celallendim. Müdüre karşı çıktım.
“ Yapamazsın bunu! Benim hakkımdı o motorsiklet! Tam altı, tam altı yılımı verdim ben bu yollara. Hem de külüstür bir bisikletle! İlçenin bütün sokaklarını, çıkmazlarını, tehlikeli insanlarla dolu olanlarını, gül kokanlarını, çorba kaynayanlarını, her akşam et pişirilenlerini ben bilirim, ben! O motoru bana vereceksin!”
Müdür sert konuşmamdan zerre etkilenmedi ve bir önceki konuşmasına ek olarak,
“Ayrıca herkese ikiyüzer lira zam. Metin, sana yüz lira zam. Hem itiatsizliğinden hem de zaten genel merkez böyle buyurdu.”
“Başlarım genel merkezinizi de size de!”
Niyazi, suratında pis bir sırıtışla göğsünü kabartıp üzerime yürüdü. Gelişine, ağzının ortasına öyle bir güzel vurdum ki, benim gibi çirkin bir adamdan böylesine estetik bir vuruş kimse beklemezdi. Olaylar büyüdü. Kapı dışarı edildim. Ama hayır, bu işin peşini asla bırakmayacağım. Bisikletime atlayıp ilçeyi terk ettim. Şehre inip genel merkeze varacak, bütün olanları anlatacaktım.
***
Şehre giden yol virajlıdır. Her viraj önceki seyahatlerimin aksine bacaklarımı zorlamıyor sadece, öfkemi de arttırıyor. Her dönemeçte uğradığım haksızlıklar ve yediğim kazıklar vuruluyor yüzüme. Zihnim benimle dalga geçiyor.
Bir aralık Sedat, son model arabası ve müdürün kızıyla geçiyor yanımdan, arka koltukta çocukları var. Sedat canhıraş pedal çeviren halime gülüyor, eşi de öyle, hatta çocukları bile gülüyorlar masum masum.
Babamın mezarını görüyorum sonra. Annemle yan yana uyuyorlar. Sadece onların mezar taşları ters dikilmiş. Yolun kenarından herkesin mezar taşına kazılı isimleri okunur, bizimkilerin okunmaz. Öldükten sonra bile yüzüme bakmak istemediklerine yorarım bunu. Zaten davetsiz gelmişim dünyaya. Kardeşlerim gibi başarılı olmak da ne kelime. Ailenin yüz karası olup çıkmıştım, hem mecazi hem gerçek anlamda yüz karası hatta.
Son virajı da geçiyorum. Yanımdan kocaman minibüsleriyle rakip kargo araları geçiyor. Çirkin kornalarına abanıyorlar beni görünce. Aşağılık bir kahkaha takınıyorlar sonra.
Şehre giriyorum. Kalabalık, güvensiz, kaldırımlarında sakin ve huzurla yürüyen insanlar yok denecek kadar az şehrin. Herkes para peşinde yürüyor ruhsuz taşların üstünde, hatta koşuyorlar, hız, herkesi esir almış.
Merkez binayı görünce sinirlerim yeniden geriliyor. Kapıdaki güvenliği hiçe sayıp yukarı koşuyorum. Genel müdürün kapısına saygısız bir darbe indirip odasına dalıyorum. Sinirli bir şekilde lafa giriyorum.
“Beyefendi, beyefendi! Senin kurumunda hakkım yeniyor benim. Altı yılımı verdiğim şirkette olmayacak bir şey oldu bugün! O Cezmi denen ahlaksız adam, işe aldığı beceriksiz yeğenine, benim tecrübelerimi hiçe sayarak, gönderdiğiniz motorsikleti zimmetledi. Olacak iş değil müdür bey! Ben altı yılımı verdim bu işe ama o gerzek herif, avanak akrabasını kayırıyor! Lütfen bu işe bir çare bul.”
Genel müdür ciddiyetle dinledi beni. Konuşmamın sonuna doğru gülmeye başladı. Sözlerim bittiğinde ise öfkeyle karışık bir kahkaha atıyordu. Telefonun ahizesini kaldırıp güvenliği aradı.
“Yukarı gelin, odamdaki bu haddini bilmez adamı dışarı atın!”
Müdür okkalı küfürler savurmaya başladı sonra suratıma. Ne olduğunu kestiremeden kapı açıldı ve izbandut gibi iki görevli kolumdan tuttuğu gibi odadan çıkardılar beni. Tam o sırada genel müdürün hayli kızgın tiratlarını duyuyordum.
“Bir dahaki sefere şikayete geldiğin adamların arkasında kim var iyi öğren! Dayıma ve yiğenine ettiğin sözlerin karşılığında daha fazla bedeller öderdin aslında ama senin gibilerle uğraşacak vaktim yok. Bu arada bir şey söyleyim mi? Kızınca çok çirkinleşiyorsun. Şimdi defol! Götürün bunu burdan. Bir daha da almayın içeri!”
Güvenlik görevlileri tarafından bir çöp kutusunun içine bırakılınca iyice çıldırıyorum. Yaşadığım haksızlığın acısını onlardan çıkarmak için olmadık laflar ediyorum hepsine. Kovalamaya başlıyorlar beni. Dakikalarca kaçıyorum, sonra pes ediyorlar. Çünkü hızlıyım. Çirkin olabilirim ama hızlıyım, çirkinim evet, ama hakkımı yedirecek kadar uyumuyorum, ben sadece çirkin bir adamım. Kaşım, gözüm, burnum, ağzım ve saçlarım, hepsi, çirkinlikte birbirleriyle yarışır. Ama bu lanet, çivisi çıkmış, çirkinleştikçe çirkinleşen dünyanın içinde, kalbimin derinliklerinde bir yerlerde güzellikler saklıyorum hâlâ. Ne televizyon kanalların ne sinema filmlerin ne kirli paran ne de savurduğun bahtsız olayların içimi çirkinleştiremedi dünya! Anladın mı! Çirkinleştiremedi! Kendimden geçiyorum. Sokağın ortasında bağırmaya başlıyorum sonra. Talihsizliklerime ve beni kızdıran ne varsa, hepsine dönüp haykırıyorum. Aynı zamanda tam ekip üstüme koşan güvenlik görevlilerine de…
“Hadi gelin, yok mu daha sizden, gelsenize, gelsenize ulan!” Peşimdeki adamlar hayli sinirli. Koşuyorum tekrar olanca hızımla. Ama ayakkabımın içinde asi bir taş ayak tabanıma kindar ısırıklar atıyor. Bir elektirk direğine dayanıyorum, hızlı olmalıyım, ayakkabımı çıkarıp sallamaya başlıyorum. Ufacık taşı görüyorum ama düşmemekte ısrar ediyor. Çığlık atarak ve ayakkabıyı iyice sallayarak düşürmeye çalışıyorum taşı. Olmuyor. Tam bu sırada, aracından inip elinde sopasıyla bir adam beliriyor trafiğin içinden. Üzerime geldikçe bir şeyler söylediğini seziyorum. Ve maalesef söylediği şeylerin hepsi yanlış.
“Elektirik çarptı adama! Koşun ahali, yardım edin! Bekle kardeş, kurtaracağım seni!”
Sopayla önce direğe yaslandığım koluma sonra da kafama sert darbeler indiriyor.
Ve sonra, dizlerim titremeye başlıyor. El ve ayak serçe parmaklarımdan bütün vücuduma yayılan bir karıncalanma peyda oluyor sonra. Etraf yavaşça kararıyor nihayet.
***
Hayatın bu kadar saçma olması ölüm sebebimin saçma sapan olmasının üstüne perde çekebilir mi?
Sanmam, insanlar ölümümü duydukça gülmekten ölecekler. Bu da iyi. Boş hayatımın son demlerini en azından başkalarının gülmesine vesile kılarak sarf ettim. Bir hiç olmaktan daha iyidir. Hiçkimseler mezarlığına gömülecek olsam da burada benden habersiz yatanlardan bir farkım var en azından. Saçma sapan dünyanın çarkına sağlam bir demir sokamasam da, salisenin binde birinde o makineyi aksatan mukavemeti zayıf bir kürdan sokmayı başardım. Biliyor musunuz, bu yetti bana. Ürktüğüm dünyaya bir kerecik de olsa “höt” demek yeterliydi. Ama şimdi, yarımca açılmış gözlerim, küçük bir ekranın hayatta kalma mücadelemde skorun kaç kaç olduğunu gözlüyor. İşler kesat gibi. Çünkü eğriler düzleşmeye başlıyor ve canım ağrı kesicilerin etkisini aşan sızılara hedef oluyor. Bu mücadelede çizginin dalgalı olması gerekir. Ekran, enflasyon değerleri gibi inişli çıkışlı olmalıdır. Elimle bir orkestra şefi gibi çizgilerin ezgisine yön vermeye çalışıyorum. Değişen bir şey olmuyor. Sanırım artık ölüyorum. Çizgi düzleştikçe düzleşiyor, ve işte, o tiz ve benden bile çirkin ses:
Dıııııııııııııt!
Elveda çirkin dünya!
Emrah Mete
4 Yorum