Kaybolmamıştım. Hangi yenilgiden geldiğim belliydi de şimdi hangi kavganın yangınına koşacağımı bilmiyordum sadece. İnsan düşünce ilk ne yapar? Bir sigara yaktım. On küsurlu yıldır tekrarlanan bir şeydi bu. Acısı yabancı değil. Alışmak en büyük hastalığım benim.
Baharın diyaframını yırta yırta türküler söylediği bir pazar ikindisiydi. Haylidir ölümü beklediğim dar koridorlu evimden çıkıp gezintiye çıkmıştım. Rıhtımda Fars şiirlerini andıran bir süreğenlik vardı. Doğanın boğazı gıcıklanmış gibi, tırtıklı sesler yükseliyordu ara sıra. Haki montlu bir gencin sigarasından tüten cızırtı, beyaz spor ayakkabılı bir çocuğun ince gülüşmeleri, yaprakların rüzgâra direnirken savurduğu hışırtılar… Sessizce ilerleyen bir şarkının daha başında gırtlağını yırta yırta bağıran bir soliste imreniyordum. Bağırmak epeydir en büyük arzumdu. Bir bağırabilsem içimde bir uçurumu devirecektim kendi dibine. Ama ne diyecektim ki? I wish you could have stayed… Söyleyemezdim. Kelimelerini kaybetmiş birinin fakirliğini taşıyorum ceplerimde. Böyle anlarda başka coğrafyalarda ruhunu notalarla dikmiş şarkıcıları dinleyip ne dediğini yarım yamalak anlayarak hayatın ritmine ortak ediyorum cızırtılarını. Yapamadım. Bağıramadım. Korna sesleri artınca İstinye’ye geldiğimi anladım. Burada olmaması gereken her gürültü dalgalara çarpa çarpa kulağımı tırmalıyordu. Gelen ilk otobüse bindim. Mavi yağmurluklu bir kızla yaşlı bir amca karşı karşıya oturmuş konuşmadan gülüşüyorlardı. Bu görüntü benim zihnimin bir yansıması olabilir miydi? Ne fark eder? Bir hikâye uydurdum kendimce. Bu kız mesela, bakıcı olsun. Amca da bir soruyla hayatı tepe taklak olmuş bir kimya öğretmeni. Kız sahilde yürürken oturduğum bankın arkasından ağlayarak geçen kız olsun mesela.
…
İneceğim durağa kadar baktığım her yerde sahnelenen bir hikâye yazdım böylece. Benim hikâyem, hepsi benim hikâyemin karakterleri. Ben kimim peki? Ne afili bir soru… Ne yalan söyleyeyim, ilk sorduğum zamanlarda bohem tavırlarımı soran arkadaşlarıma “kendimi arıyorum” derken bir yandan ne kadar havalı olduğumla övünürdüm kendimce. Bir baraj kapağının patlaması gibi peşinden getireceği selden haberim olmadan…
Pansiyondaki odamdaydım. 35 metrekare bir odanın cam tarafında, mobilyayla uyumlu olsun diye zevksiz pansiyon sahibi uğursuz Cemil tarafından alınmış koyu kahverengi perdelerin hemen dibindeki yatağımın üzerinde. Camın pervazında boş bisküvi paketleri, sıkılmış karton meyve suyu kutuları, kurumuş sallama çay artıkları, birkaç yarım bırakılmış kitap duruyordu. Ben burada ne yapıyorum diyordum. Ezberden salladığım birkaç cevapla daha çok dövünüyordum. Hayır, hiçbiri yeterli sebep değil. Belli ki burada ne yaptığını bilmeyen biriyim. Amacını bilmeyen iradesini nasıl kontrol edebilir? Allah’ım, ne oluyor? Kimim ve ne yapıyorum? Bu kalabalık nereye sürükleniyor? Tek zavallı ben miyim? İnsanlar ne yapıyor peki? Bu hayatı neden yaşamak zorundayız? Birbiri ardınca gelen sorular… Ben daha başımı kaldıramadan bir sonrakinin ağır balyoz darbesi… On yıldır süregelen bir yangının ilk cızırtısıydı bunlar. Güya varlık problemlerimi gizlemeye çalışıyordum arkadaşlarımdan. Gözlerimi onlar varken de daldıkları yerde sahipsiz bırakmaktan çekinmiyordum. Hayatı bildiği gibi yaşamak dedemden mirastı bana. Bugün ruhumu lime lime eden kezzabın kaynağındaki adam…
Ben küçük Pedro. Deli Pedro’nun üç yüz yıl sonraki ruh ikizi. On yedi yaşında düşeceği kuyuyu henüz altı yaşındayken kazmaya başlamış samuray… Pedro lakabı büyükbabamdan kalma. Annemin, elleri bezelye buruşuğu babası Aleksandr Sergey Nikolayeviç. Bu öykü dünyaya bıraktığı üç kız evlat haricindeki tek miras. “Her şeyin aşırısı zıddına döner Pedro!” sözü de ruhuma işlediği ince nakış… Tüm dikkatine rağmen, beni bir dokuma tezgâhında işlerken büyüyüp bir felakete dönüşecek o boşluğu görmemişti. Rüzgâr kuzeye eserken yelkenleri doğuya açtıran kayalıklı ruhum, dedemin buruşuk ellerinin arasından kayıp gitmişti işte.
İbrahim Halil Aslan
İlk üç hikayeyi okumak için tıklayabilirsiniz…
7 Yorum