Tutkal Buğusu

Sürüsü, silah sesiyle dağılmış zayıf kırlangıç, göç hayallerini zengin bir şehrin gökyüzünde bıraktı. Sorsan niye göçtüğünü bilmiyordu, sadece böyle olması gerekiyordu. Az ilerde tekrar toplanan sürüde yerini bir başka yoldaşı doldururken, etsiz bedeni mavi boyalı bir balıkçı teknesinin yakınında suya karıştı. Deniz, gökten gelenleri karşılama konusunda oldukça sertti açıkçası, ince bir kemik sesi dalgalandı suyun üzerinde. Balıkçı, teknesini onarıyordu. Ağzından bir çivi çıkarıp iki parmağının arasına sıkıştırdı, kırmızı boyası dökülmüş bir çekiçle tahtaya sabitledi. Balıkçının derdi çiviyle değil; tahtaylaydı. Sesi duyunca duraksayıp kuşun cesedine bir göz attı. Gözleri seğiriyordu. Atkısını çıkarıp ağların üstüne bıraktı. Bir kıyıya, bir boğaza baktı. Havada balıkçıyı kıyıya çeken tutkal buğusu, balıkçının yüzünde mide bulantısını andıran bir sıkılganlığın çizgileri vardı. Buruşuk bir göz yummasının ardından başını belirgin bir şekilde eğerek ağları inceledi. Neden sonra küreklere asılıp küçülmeye başladı teknesiyle.

Balıkçı kıyıdan uzaklaşırken, montumun yakasını yukarı doğru açıp boynumdan giren soğuğu kesmeye yeltendim. Üzerimde fiyakalı duran Yeşilçam filmlerindeki gariban başrol oyuncusu havasını kendime gülerek savuşturdum. Ağlayan bir kadın geçiyordu oturduğum bankın arkasından. Bugün yeşili bile soluktu buraların. Hava ha yağdı ha yağacak. Kaç zamandır şehrin stresi birikmiş de birazdan patlayacak bir bombayla herkes rahatlayacakmış gibiydi sanki. Hiçbir hayvan olanca gücüyle bağırmıyor, küçük ve eksik sesler çıkarıyordu. İnsanlar hızlı adımların çocuğuydu her tedirginlikte. Çoğunluğu pazarı evinde geçiriyordu belli ki; az evvel gelirken gördüm, sinema da boştu. Birazdan yağmur çiseleyecek, yolları hafiften ıslatacak, araba lastikleri tıslamalar bırakacaktı caddelere. Dalgalar kayalıkları daha bir öfkeyle tokatlayacaktı. Kargaşa başlayacak, klaksonlar yankılanacak, uzakta bir fesleğen çıldıracaktı. Ben kalkıp gidecektim; tutamadım ellerimden. Şimdi gamzesi solmuş bir çiğdem bıraksam şuraya, bağırsam, bağırsam, bağırsam… Yok, ben bu kadar çığırtkan bir adam değilim; en fazla bir iki yutkunur, tütünümü sararım. Ya da öyle olsun isterim.

Buraya kadar gelmişken, bir hayal iliştirip gitmeden olmazdı şu manzaraya. Bir filmin son sahnesi mesela, burada çekilmiş olsun. Şu balıkçı sıradan bir karakter olsun. Hava ne zaman bozsa, kendini denize salan bir adam… Sakalları jilet kaydı, başında fötr şapka, en ciks takımlarını çekiyor üzerine, şu çizgili olanları hani… Ayakkabılarını cilalamayı ihmal etmiyor. Rüzgâr ne zaman fırtınaya evirilse, bütün sermayesini iki buçuk metrelik teknesine doldurup denize açılıyor. Sahile baktığında vedalaştığı birileri var, rengi solmuş bir hayalin içindeki insanlar. Adam hayal kurmak için gözlerini kapatmıyor; bizzat aynı yere bakıyor, o günkü ağaç yine orda, arkadaki restoranda insanlar yemek yiyor, her yer gri, her renk soluk… Fakat her şey yerli yerinde ve gerçek, hayaldeki insanlar hariç. Bu muhtemelen onları son gördüğü andır, fakat birden fazla kişi olduklarını nereden biliyoruz? Hayır, bilmiyoruz; hayal bizim, öyle olsun istiyoruz… Yine de adamın özeline girmeye hakkımız yok, bu el sallayanlar kimlerdir, onlara ne oluyor, balıkçı niye işe gider gibi giyinmiş, tüm bu vedalaşma havasına rağmen neden hiç ağlamıyor mesela, elinde duran sinema biletleri neyin nesi? Bunları bilmiyoruz ve bilmeye de hakkımız yok. Balıkçı var sadece ve böyle bir adam…

Sahilde her şey hazır, kameramanlar sesçiler vesaireler… Yönetmen bir ekranın başında ve sandalyede oturuyor. Hayır, bu sefer oturmasın, ayakta izliyor her şeyi. Sandalyede setin temizlik işlerini yapan amca oturuyor. Hem de hiç yadırgamıyor durumu, doğrudan gelip kuruluyor. Balıkçı komutun gelmesini bekliyor ve birazdan yönetmenin sesi duyuluyor: “Üç, iki, bir, motor…”

Kuş ölüsü, böğüren deniz, fırtına, kayalıklar… Balıkçı sahile bakıyor, yüzünde hüzünden iz yok. Dönüp uzaklara sonra… Tekne maviye boyanmış, adamın yüzü geçmişe… Bu adam ‘Belki bu sefer…’ diyerek ölümle buluşmaya gidiyor anlaşılan. Tekne maviye boyanmış ısrarla ve inatla, fırtına çıkacak, belki bu sefer alabora olacak tekne ve sahil güvenlik ayırt edemeyecek mavi denizden, yardıma gelen olmayacak, kimse kurtarmayacak…

Olmadı, sıkıldım bu hayalden. Hem hava da açtı. Yalancı bahar kondu sahilimize. Birazdan ağaçlar çiçek açmaya başlayacak, sonra don… Doğa, doğayı vuracak. Ben kalkıp gideceğim. Ellerim boşlukta kalacak…

İbrahim Halil Aslan

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • eric hobsbawm , 02/12/2015

    yeşilçam, boğaz kelimeleri de geçmese hikayenin odesa’da, bakü’de, iskenderiye’de veya herhangi bir kıyı şehrinde geçtiğini düşünebiliriz. mekân değil ama coğrafya daha bariz olmalı fikrindeyim.

  • Dertliyim , 29/11/2015

    Beğendim… #Buaradafırtınasırasındadenizmavideğilgriolurvesselam#
    #Boşveryadaküçükbirayrıntısadece#
    Beğendim…

  • ben saksı değilim , 23/11/2015

    cebi deli tarık görse ağlar. harika olmuş.

    • muhsin türkoğlu , 24/11/2015

      cebi delik tarık gibi, hepimiz birer mehmet erikli hiper-romanının karakteriyiz. başka türlüsünü aklım almıyor.

  • Macide , 22/11/2015

    Evlendim ama yazıyorum hala ayakları… ama yemezler, bu düğünden önce yazılmış hacım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir