Huzursuzluk gerçekte neydi? Uzun zamandır bu soru meşgul ediyor beni. Ölçütü, panzehri, sebebi vs… Bir şeyin yokluğu mu huzursuz bir gecenin böğründe daha sağlam yer edinir yoksa migren sancısı gibi umulmaz bir anda ani ve kesik bir hamleyle çıkıp gelen bir derdin varlığı mı? Birinin şifası boşluk ağrısının betondan bir dolgu gibi kat’i ve sürekli bir varlık tanımıyla dolması, ötekininki geri dönüşümü olmayacak bir yazgıyla silinmesinde saklı… Çağrısı elimde olmayan düşünceler yumağı bu, benim yaşımda bir kadında bunalıma dönüşmeye çok müsait ve çoğunlukla farkında olmadan kendimi içinde bulduğum. Özellikle stresli bir işin bitmesinin ardından doğan boşluk hissinden dolayı o an ne yapacağımla ilgili bir fikrim olmadığında yapışıyor ruhuma. Bu sefer rutin bir işin ardından sarmaladı tüm benliğimi.
İşten çıkmış eve doğru gidiyordum. İş dediğim dadılıktan fazlası değil. İstanbul’da özel bir üniversitede hukuk okuyordum. Okulum uzadıkça uzuyordu. Her dönemin başında yaptığım kredi ve not hesapları dönemin ortasına geldiğimde bir şekilde bozuluyor ve dönem sonunda bambaşka bir sonuçla karşılaşıyordum. Benim baharla sorunum vardı aslında ve ne yazık ki her dönemin ortası mutlaka bir bahara denk geliyordu. Tabiat; güz döneminde kışa, bahar döneminde yaza hazırlık yaparken ben okulum bittikten sonra yapacaklarımın hayalleriyle avutuyordum kendimi. Dünyayı kurtarmak gibi romantik hayallerim yoktu elbet, mazlumların yüzünün güleceği bir dünya kurmak da… Sadece gittikçe arsızlığa evirilen bir çarkın içinden çekip kurtarabileceğim kadar masum insan kurtaracaktım ve bu benim için hayatın anlamı tanımını karşılamaya fazlasıyla yetecekti. Fakat ben kovaladıkça, gelecek, uzayda bükülüyor ve benim için gittikçe ulaşılamaz bir hal alıyordu. Bir yandan okulu elimden geldiği kadar çabuk bitirmenin telaşındaydım, diğer yandan kesilen burslarımı telafi etme çabasında… Böylece yapabileceğim en iyi şeyi yapmaya başladım iki yıl önce: dadılık.
Gün içinde yoğun iş temposundan dolayı çocuklarına vakit ayıramayan ailelerin çocuklarıyla vakit geçiriyordum. Bir süre sonra kallavi bir pediatri uzmanı olup çıkmıştım. İnternette ilanlar veriyor, çalışacağım aileleri buluyor, tanışmaya gittiğimdeyse çocuk psikolojisinden erdemli insan olmaya kadar boyumu fazlasıyla aşan bir derinlikte nutuk çekiyordum. Söz konusu çocukları olunca insanlar boyut değiştiriyor, en naif frekanslarda konuşuyorlardı. Kendi çocuklarını sabahtan akşama kadar bir yabancıya teslim eden kendileri değilmiş gibi onları ne kadar önemsediklerinden, aslında onlar için bir gelecek kurma istekleri sebebiyle bu durumda olduklarından falan bahsediyorlardı. Ben de hayatın zorluklarından, hele ki İstanbul gibi bir metropolde bunun başka yolu olmadığından bahsediyor, böylece vicdanlarını rahatlatmalarına yardımcı oluyordum! Bu işin aile kısmıydı, geri kalanında ise işimi gayet iyi yapıyordum. Çocuklara, yaşlarına göre resim yapmaktan okuma yazmayı öğrenmeye, sayıları tanımadan insan ilişkilerine kadar birçok şey öğretiyordum. Ama artık sıkılmıştım. Aileler, özellikle anneler, çocuklarının yanında benimle ne kadar tatlı konuşsalar da gerçekte onlar için hiçbir kıymetim yoktu. Yaptığım işte ne kadar iyi olsam da aileleri tatmin edebildiğim kadar başarılı görünüyordum. Onlarsa en ufak bir rahatsızlıkta nazikçe teşekkür edip kapıyı gösteriyorlardı. Böylece tek geçim kaynağımı elimden almış oluyor ve yeni birini bulmanın sancısına terk ediyorlardı beni. Yaşadığım hayatla ilgili en ufak bir fikirleri yoktu ve bu kadar kıymetsiz olmak en basit tanımıyla kanıma dokunuyordu.
Bu düşüncelerle işten çıkıp eve doğru giderken otobüse binmeyip sahilden yürümeye karar verdim. Lise sondan kalma müzik çalarımda Famous Blue Raincoat çalıyordu ve üzerimde üniversite birinci sınıftayken yine bu şarkıdan etkilenip aldığım gök mavisi yağmurluğum vardı. Bu şarkı, beni olduğum yerden alıp farklı yerlere götürüyordu, hiçbir zaman olmadığım yerlere… New York’a en çok… Uzun hayallere dalıyor ve bir şekilde bulunduğum ortamdan soyutlanıp kendimi hayalimin derinliklerine bırakıyordum. Fakat her düş hüzne süzülüyordu olanca hızıyla ve ben her seferinde ağlıyordum. Bir kadın gerçekte niye ağlar? Gerçekten ağlayacak bir sebebi olmadığı için belki de… Gerçek acısı olan biri ağlayamaz. Hayatın normal seyrinde sıkıntılarına yer bulamayınca en kısa ve garanti yol olarak onları gözyaşlarına yükleyip kurtulmanın yoluna bakar. Benim de gerçek bir acım yoktu; fakat ağlamaya ihtiyacım vardı ve bu yüzden zihnimin kıvrak hareketlerle beni perişan etmesine hiç mi hiç müdahale edesim gelmiyordu…
Deniz kenarında koşan insanlardan saklamaktan çekinmediğim gözyaşlarım bir yandan adımlarımı da hızlandırıyordu. Evet, ne zaman hayal kursam kendimi koşar adım yürürken buluyordum. Yeterince ağladıktan sonra da bunun bir hayal olduğunu kendime hatırlatıp adımlarımı yavaşlatıyor ve kendime gelmeye çalışıyordum. Tam da şu an olduğu gibi. Beş dakika önce gözyaşlarımı fark eden insanları gördükçe belki biraz da ilgi çekmenin verdiği hazza kendimi bırakırken, şimdi büyük bir utançla yüzümü siliyor ve beni gören var mı diye etrafımı kolaçan ediyordum. Neyse ki pazar günü olduğu için etraf sakindi. İnsanlar ya evde ya da alışveriş merkezindeydiler. Aslında ben de bütün günü evde geçirecektim; fakat dün akşam Esma Hanım aradı, sesi telaşlı geliyordu ya da öyle göstermeye çalışıyordu. Gecenin bu saatinde rahatsız ettiği için çok üzgünmüş, bu hafta çok yoğunlarmış da mesaiye kalması gerekiyormuş, aslında o da hafta sonunu çocuklarıyla geçirmek istiyormuş ama çaresizmiş, benden başka da çocuklarını bırakacağı kimse de yokmuş. Hızlı hızlı konuşurken ben de araya girebildiğim kadarıyla kısa cevaplar veriyordum. Evet anlıyorum, evet haklısınız, ah evet çocuklar da öyle isterdi, evet evet bence de bir mahsuru yoktu, sadece öğleden sonra üçe kadar mı, hiç problem olmazdı, tamam yarın görüşürüz, rica ederim, size de iyi geceler…
Aslında hatırladığım kadarıyla beni çok fark eden de olmamıştı. Sadece ağlama işini iyice abartıp hıçkırıklarıma engel olamadığım anda bir bankın arkasından geçiyordum ve bankta oturan adam muhtemelen beni duymuştu. Neyse ki dönüp bakmadı. Montunun yakasını düzeltip içine giren soğuğu kesmekle meşguldü. Ağlama seansım geçtikten sonra iyice soğumuş havayı derin derin soluyup rahatlama hissime ortak ettim. Artık bir vasıtaya binip eve gidebilirdim. Derken otobüs geldi ve öğrenci akbilim varken dolmuşa fazladan para vermeme gerek kalmadı. Hoş, bu otobüs yokuşu çıkmıyor, yolun aşağısından devam ediyordu ama olsun, ötekini bekleyecek tahammülüm kalmamıştı. Bir an önce eve gitmek istiyordum, karanlığa kavuşmak… Otobüse bindiğimde boş gördüğüm ilk koltuğa oturdum. Akranlarımdan erkek olanlar bu kadar şanslı değildi ve kadınlara yer vermek istemediklerinde çoğunlukla bir şeyler okuyor gibi yapıyorlardı. Bu konuda erkeklerin tarafındayım açıkçası. Akşama kadar alışveriş yapmış ya da misafirliğe gitmiş kadınlar, işten dönmüş yorgun erkekler kendilerine yer vermiyorlar diye insanları rencide ediyorlardı. Kendimde, hemcinslerimle tartışacak enerjiyi bulabilirsem, bütün çemkirmeleri göze alıp yüzlerine karşı söyleyeceğim bunları.
Başımı buğulu cama yaslamış giderken yine düşüncelere dalmış buldum kendimi. Otobüste birkaç kadınla yer verme mevzusu üzerine tartışıyordum kendimce. Güldüğümü fark edince toparlandım ve elimle ağzımı kapatıp çevremi gözlemeye başladım yine, beni gören oldu mu diye. Oturduğum koltuğa doğru gülerek gelen amcayla göz göze geldik. Bir boş koltuğa bir bana bakıp “Güler yüzlü kızım, ben ters oturamıyorum şöyle geçer misin?” dedi. “Aa, tabiî ki, buyrun”… Kahverengi işlemeli baston şemsiyesini elinden alıp koltuğun yanına bıraktım ve oturmasına yardım ettim. Amcanın karşısına oturunca başımı eğip yakamı bırakmayan çocukluğuma güldüm gizlice.
İbrahim Halil Aslan
İlk hikâyeti okumak için: Tutkal Buğusu
1 Yorum