Ruhumu Beklerken

Sen şimdi git, çünkü hep bende kalacaksın! Yolun düşerse Beşiktaş’a, Yahya Efendi hazretlerinin türbesine uğra. Elini bağla, başını eğ, içeri gir. Duanı okuyup ziyaretini yaptıktan sonra kapıdan geri geri çık. Dış kapıdan çıktıktan sonra, sağa dön, sonra bir daha sağa dönüp mezarlığın içinden yukarı doğru yürü. Orada bir bank göreceksin. Oraya otur…

Ağaç yapraklarıyla çerçevelenmiş boğaz manzarası ne kadar güzel değil mi! İstanbul’un birçok semtinde -aynı böyle- İstanbul’da olmayan yerler var! Bazen onlar mı İstanbul’a yoksa İstanbul mu onlara ait karar veremiyorum. Nasıl oluyor da bu koca şehrin; gürültüsü, patırtısı ve çirkinlikleri içinde böyle küçük cennet köşeleri bulunabiliyor hayret ediyorum. İki yüz metre aşağıda bulunan caddenin gırtlağına kadar -her anlamda- kalabalığı nasıl bir anda burada yok oluyor gerçekten hayret verici. Bütün o insan seli, araba gürültüsü, ışık cümbüşü, bu türbe ve çevresindeki mezarlıkta yerini tatlı bir sessizliğe ve sükûnete bırakıyor. Kuşlar öterek, ağaçlar da hışırdayarak sükûneti derinleştiriyorlar! Bankta oturup izledikçe, kalbimin ferahladığını hissediyorum. Türbenin kapısı, Kur’an-ı Kerim okuyan yaşlı kadın, türbenin etrafında bulunan mezar taşları ve mezar taşlarında gezinen kediler arasında, gizli bir ruh birlikteliğinin olduğunu hissedeceksin. Sanki hepsinin üzerine aynı tat sinmiş. Belki de hepsi tadını aynı şeyden alıyor; orada metfun bulunan mübarek zattan. Sanki hepsi onun haliyle hallenmiş gibi. İnsan kendini rahmet ve şefkatin kucağında hissediyor. Orada, sonsuza kadar kalmak istiyor.

Aslında niyetim Rumeli Hisarı’na gitmekti ama bir anda, -türbeye giden tabelayı görür görmez- yolumu değiştirip yokuşu tırmandım.  İyi de yaptım ama sonradan neden aniden böyle bir  karar verdiğimi düşündüm. Evet, biliyorum akıllı insanlar düşünerek harekete geçerler. Ben ise daha çok harekete geçtikten sonra  düşünürüm! Daha doğrusu öyle zannediyordum. Fakat sonra sonra anladım ki aslında hepimiz yapıp ettiklerimize çok önceden karar veriyormuşuz. Bazı insanlar buna bilinçaltı diyor. İlk zamanlar ben de öyle düşünmüştüm. Hatırlıyor musun, hani sünbüllü bahçede ki ilk buluşmamızda, daha banka oturur oturmaz elini tutmuştum. O zaman sen elini hızla çekmiş, ateş gibi gözlerinle gözlerimin içine bakmıştın. Çok sonradan anladım ki o vakit bir  anlığına da olsa, kaçıp gitmek aklının ucundan geçmişti. Neden böyle bir şey yapmıştım? Aslında ben de, sen de yapıp edeceğimiz şeylerin kararını çok önceden peşin peşin vermişiz. Fakat bunu bir sıraya koymak, bir usule bağlamak daha doğrusu “her şeyin bir vakti zamanı var” kalıbında yürütmek gibi bir şey de var. Buna akıllı hareket etmek diyorlar fakat bu gerçekte ikiyüzlülük. En hafifiyle akıllılık oyunu. Akıllı/y/mış gibi yapma!

Şimdi iyi biliyorum ki aslında ikimiz de daha o buluşmaya gelirken birbirimizin elini tutacağımız günleri hayal ediyorduk. Belki üçüncü, olmadı beşinci buluşmada. Mademki bunu istiyorduk, bu erteleme neden? Çünkü akıllı insanlar böyle davranırlar. Ben ise düşünmeden yaptığım birçok şeyin sebebini bilinçaltımda bulabiliyordum. Fakat çok ilginç bir şey oldu ve ben, her işin altında, bilinçaltının da altında bir karar verici  olduğuna inanmaya başladım. Yahya Efendi türbesine giden yola bir anda sapmamıştım; türbeye gitmeden seneler evvel, henüz bir lise öğrencisiyken, abimin kitaplarını karıştırdığım esnada karşılaştığım bir Atilla İlhan şiiri beni bu ziyarete hazırlamıştı:

“beşiktaş’a yakın hanesi yerle yeksan oldu nedim’in
baki o enis-i dilden
bir yahya kemal kaldı hal-i hazırda
ayıptır efendim iç bade güzel sev demek
var ise akl-u şuurun
ayıptır bu zamanda yar deyip yar işitmek…”

Tarz-ı kadim şiirini senelerce – defaatle – okuduğum halde, Yahya Kemal’ i, Yahya Efendi diye okuduğumu, türbeyi ziyaret ettikten sonra ki okuyuşumda fark ettim!  Bunu bilinçaltının çeşitli tezahürleriyle açıklamak beni tatmin etmedi. Ve yavaş yavaş insanın cüz-i iradesinin külli iradeden azade olmadığına kanaat getirdim. Bu yüzden sana kızmaktan ve ayrılacağımıza üzülmekten vazgeçtim. Evet ayrılmak istediğini söylediğinde çok üzülmüş sonra sebepleri üzerine düşünürken iyiden iyiye sana kızmaya başlamıştım. Daha ilk buluştuğumuz gün, evet elini ilk tutuşumda kaçıp gitmek istemiştin. Ama bu isteğini gerçekleştirmeyi yıllarca erteleyerek bugüne bırakmış böylece bana zulmetmiştin. Evet, aynen böyle düşünüyordum.

Şimdi anlıyorum ki olup bitenler apaçık kaderdir. İnsanın, yolculuğu bir noktadan başka bir noktaya gitmek gibi bir şey değil. Bilakis tıpkı bir annenin  yürümeyi yeni öğrenen yavrusunu odanın bir ucuna bırakıp sonra öbür uca gidip kollarını açarak “gel gel” yapması gibiydi. İşte insanın bu gurbetten o şefkatli kollara giderken yaşadığı her sıkıntı, musibet ve acı, kavuşmanın sevincini arttırmak, mutluluğunu pekiştirmek içindi. Sana bir sır vereyim: Âlemde her şeyi birbirine bağlayan ortak bir ruh var. Ve insanın kalbi bu ortak ruh sayesinde her şey’le bağlantı kurma gücüne sahip. Bu zaman ve mekân üstü bir güç. O yüzden artık gideceğine üzülmüyorum. Ama son bir kez ellerini tutmak istiyorum. Şimdi gülüyorsun. Çünkü gideceksin. “Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın / Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin” Tamam, dur! Ellerini çekme! Seni üzmek için söylemiyorum. Biliyor musun ellerini ilk kaçırdığın zaman, nasıl bir gün gelip de ayrılacağımızı hissettiysem, şimdi de nereye gidersen git hep seninle olacağımı hissediyorum.

O yüzden artık gülebilirsin. Bana elveda diyebilirsin. Çünkü hep bende kalacaksın!

Tahir Tarık Balıkçı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir