
***
Son beş yüzyıl boyunca, Batı, akla ve rasyonelliğe son derece ayrıcalıklı bir yer vermekle manevî bir intihar (cinayet) işlemiştir. (Sayfa 9)
Sûfîler, kendilerine kulak verenlerin Allah’ın halktan sadece gâip değil, aynı zamanda hem âlemde, hem de insanın ruhunda hâzır ve nâzır olduğunu unutmalarına asla izin vermezler. Bu ilâhî hazret insanlardan derûnî taleplerde bulunur ve bu taleplerin hiçbirinin bilim, teknoloji ve siyasetle -bu sözcüklerin modern anlamlarıyla- alıp vereceği hiçbir şey yoktur. Mutasavvıflar, Allah’ın bizden istediği tek şeyin ruhumuz olduğuna işaret ederler; dolayısıyla bizi, ruhlarımızı O’na vermekten alıkoyan her şey, basitçe, bir yanıltma ve yoldan çıkarmadır. (Sayfa 12)
Bugün İslam dünyasında yaşanan çok sayıda trajediden biri, Müslüman aydınların büyük bir çoğunluğunun İbn Arabî’yi, kolayca bir kenara itilebilecek sadece bir isim olarak tanımalarıdır. “Ha… evet,” derler, “Vahdetü’l-vücûd…” ; sanki yüzlerce cilt tutan yoğun, bilgi yüklü, derin ve büyüleyici kitap ve risalelerinde İbn Arabî sadece, “Vûcûd birdir” diyormuş gibi, ve sanki binlerce sayfa tutan yazılar saçma sapan şeylermiş gibi. (Sayfa 12)
Allah’ı bilme ömür boyu süren bir iştir; hatta daha da ileride bu ebedî, sonu gelmeyen bir yolculuktur; çünkü bu öte dünyada da devam eder. Sonsuz olan sonlu tarafından asla tam bir biçimde bilinemez; öte dünyadaki sonu gelmez mutluluğun sırrı da burada yatar. Cennet’teki varoluşun her ânı, Allah’ın gerçekliği ile yeni bir ilişki ve yeni bir bilgi meydana getirir; dolayısıyla bu yeniden bahşedilen armağanlar da kulun neşe ve huzurunu arttırır. (Sayfa 28)
Zaten insanların, Allah’ın rahmet ve şefkatine imanlarını ilham eden kelâm değil şiirdir. (Sayfa 31)
“Çağdaş dünyanın en kötü ve zararlı hatalarından biri, modern bilimsel bilgi ve onunla birlikte gelen teknolojinin meşrû ve tarafsız olduğu görüşüdür. (Sayfa 32)
İslâmî olan modern bir siyasî yapıya sahip olmak mümkün mü, değil mi? Bence eğer ‘modern’ ve ‘İslamî’ terimlerini ciddi bir biçimde ele alacak olursak, değil. Ancak bunları gevşek bir biçimde tanımladığımız sürece, çeşitli uzlaştırma dereceleri mümkün olur. Ancak, Müslümanlara düşen, bunların uzlaşmakta olduklarını ve Allah’ın bu uzlaşmadan kesinlikle razı olmayacağını bilmektir. (Sayfa 33)
Ulûhiyeti, eşyadaki birleştirici nitelikleri kavramaktan aciz olan bilim, ister istemez gittikçe artan bir çokluk ve çözülme ortaya çıkarır: bütünleşme şöyle dursun, insanın belki de bilmesi mümkün olmayan malumât dağları. Rasyonalite yeni bir Babil Kulesi dikmiştir. Bilim adamları ve âlimler birbiriyle iletişim kuramamaktadır; çünkü ortak bir dile sahip değildirler. (Sayfa 35)
Akıl bölerek, ayırarak ve çözümleyerek iş görür. O, temelde indirgemecidir; çünkü bütünleri alır ve onları parçalara dayanarak izah eder. Bütününü göremez; çünkü yapısı gereği böler ve tahlil eder. (Sayfa 35)
Eğer Müslümanların, Müslüman olarak kalmaları ve ikinci sınıf bir Batılı olmamaları gerekiyorsa, kendi geleneklerinin kaynaklarına dönmekten başka seçenekleri yoktur. (Sayfa 39)
İnsan Allah’ın güzelliğini tanıdığı ölçüde O’na doğru cezbedilir. Buna karşılık insan, Allah’ın Celâlini gördüğü ölçüde de, korku ve huşu içinde O’ndan geri durur. Ama Celâl Cemâl’in zıddı değil tamamlayıcısıdır. Celâl’de Cemâl, Cemâl’de ise Celâl vardır. Özellikle ilâhî Cemâl’de. Dahası, son söz Cemâl’indir. Çünkü, “Allah’ın rahmeti gazabından önce gelir.” Cemâl ve Rahmet sıfatları gerçekliğin temel belirleyicileridir. (Sayfa 40)
Modern bilim, insanın, ruhanî vasıtaları ya da ilâhî hidayetten yardım görmeden, tek başına insanı ve âlemi yöneten yasaları anlayıp kavramaya muktedir olduğunu iddia eden bir metafiziksel sistemdir. (Sayfa 65)
Geleneğe bağlı bir Müslüman tarafından kaleme alınan her kitaba “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” başlandığı gibi, herhangi bir tartışmaya da Allah ile başlamak İslâm düşüncesinin temel özelliğidir. (Sayfa 76)
Hz. Âdem’i büyük kılan şey, emanetin yükünü taşımış olması olgusudur. Sem’ânî’ye göre emanet, Allah sevgisidir. Aşkın esrarını yalnız Âdem biliyordu; çünkü onun varoluşunun altında yatan sebep aşktı. Hz. Âdem ayrılık acısını ve şiddetini tadıncaya kadar aşkının uslanamayacağını ve güç kazanamayacağını biliyordu. Bu yüzden yasak meyveyi yedi. (Sayfa 98)
Zaman, mekân, oyunlar, etkiler, izler, biçimler, var olan şeyler ve bilginin nesneleri bütünüyle gözünden düşmelidir. Eğer bunlardan herhangi bir eteğine yapışırsa, “özgürlük” adı size ilişmez. Özgür olmadığınız sürece asla Allah’ın gerçek kulu olamazsınız. (Sayfa 99)
İnsanlar kendilerinde varlık ve bağımsızlık buldukları ve kendilerini olumlu ve iyi gördükleri sürece Allah aşkından boş olacaklardır. Hz. Âdem’in aşkının sırrı, kendisini bir hiç olarak görmesinde yatıyordu. Bu husus, sûfîlerin kendi mesleklerine niçin “yoksulluk” (fakr) yolu dediklerini izah etmemize de yardımcı olur. (Sayfa 101)
Dosdoğru bir okun eğri bir yaya ihtiyacı vardır. Ey kalp, dosdoğru bir ok gibi ol! Ey nefs, eğri bir yay kesil! (Sayfa 104)
Her insanın düşünce ve eyleminin derinliklerinde inanç yatar. Kısaca, İbn Arabî’ye göre, “inanç” kaçınılmaz bir şeydir; çünkü o insan bilincinin ortaya koyduğu bir sonuçtur. (Sayfa 128)
Vahiy tümeldir (evrensel); çünkü onun gayesi, hangi şekle bürünürse bürünsün, bireyi sınırlamalardan kurtarmak sûretiyle, insanî kemâl ve mutluluğu meydana getirmektir; şehadet, yani “Allah’tan başka tanrı yoktur” tüm inançlarımızın, vahiy tarafından sonsuza çevrilmedikleri sürece sınırlamalar olduğu, dolayısıyla aşılması gereken tanrıcıklar oldukları anlamına gelir. (Sayfa 136)
Aktaran: Mücahit Emin Türk
16 Yorum