Pulsuz Mektup

Saydım, tam yirmi altı gün olmuş oturup da sana -sonu çekmece olsa da- mektup yazmayalı. Aylak günler geride kaldı, artık tarlaya gidip geliyoruz. Tarla işleri pert ediyor adamı, bilirsin. Hele tepemizdeki güneşin; şu masallardaki, marabalarının sırtlarını kırbaçla yağlayan ağalar gibi, ateşiyle, ensemizi, omuzlarımızı, sırtımızı, dahası baştan aşağı tüm vücudumuzu yakışı yok mu, posamızı çıkartıyor alimallah.

Akşam eve gelip direk yatağa gömülen ben miyim, yoksa tam çürüyememiş kefeniyle, artık kemiklerine yapışmış, kırmızı toprağa bulanmış derisiyle, nasıl olmuşsa olmuş, mezarından kalkıp eskisinden az bir farkla, kendisine hazırlanmış başka bir mezara girmek için gelen, rahmetli Ökkeş dedem mi ayırt edemez, korkarsın. E sabah desen onun hikâyesi de ayrı bir hengame. Daha fecr-i kâzib bile görünmeden anam gelip başıma, o tüm uykumu, rüyalarımı delip geçen, ama gene de merhametten zerre kaybetmeyen serin sesini döküyor üzerime her seferinde: “Rıfat! Rıfat! Hadi kalk oğlum. Rıfat! Hadi guzum.” -Kaç yaşıma gelirsem geleyim hâlâ “guzu”suyumdur onun, artık kabullendim.- Ve bir kaç saniye önce, içinde kendimden biihaber olduğum minik cennetimden çağrılıyorum böylece. Sonrasında da malum yemekti, namazdı, toparlanmaktı derken anca çıkıyoruz evden. Düşüyoruz yola ve doğru tarlaya.

Tarladayken bizimkilerin, arada bir çaktırmadan bana baktığını seziyorum bazen. Neden böyle freni patlamış makine gibi, iki kişinin anca yapabileceği işlere tek başıma yetişmeye çalıştığıma bir anlam veremiyor, şaşırıyorlar. Ne bilsinler Rahime? Nereden bilecekler uykum ne kadar derin olursa seni o kadar gerçek gördüğümü; ne kadar uzun uyursam seninle o kadar uzun vakit geçirebileceğimi rüyamda.

Bugüne, yani kalemi elime alıp da sana yazdığım bugüne gelecek olursak, nasıl yazmaya fırsat bulduğumla alakalı. Ekmek yapacakmış da bizimkiler, yardım lâzım olur diye gitmedim tarlaya.

Onların ekmek yapışlarını izlerken, gayriihtiyari hatırıma, birçok defa duyduğum şu “insan – hamur benzetmesi” geldi. Yoğruluyorum bu seviyle, inceliyorum, büyüyorum, pişiyorum, yer yer küçük yanıklarla yanıyorum -olmazsa olmaz, tadı çıkmaz- ve nihayet bir mana kazanıyorum. Ne var ki yetmedi Rahime. Bu hakikat, teselli etmiyor; içimdeki o yorgun ve eski tıngırtıyı kesmiyordu. Ama dedim bu defa; bu hamur yoğrulmazsa; oklava onu eze eze, sara aça açmazsa; kızgın saca sermezse; sacda -yanmayı da göze alıp- pişene dek sabretmezse… Yani hamur, ekmek olmanın bedelini ödemezse ve ekmeğimiz olmazsa; soframızın, pilavımızın, ayranımızın tadı,bereketi kaçmaz mı? Keyfimiz dağılmaz mı?. İşte tam o an kalbime şu cümle geldi: “Peki ekmek pişince, Rahime gelecek mi?”

Duramadım daha fazla yanlarında, kalktım doğru odama. Aklımda deli sorular, başımda türlü vaveylalar; olmaz bu böyle! İyisi mi bir mektup daha yazayım, dedim ve işte bu satırları yazmaya başladım. Merak ediyorum ekmeğimizi ne zaman sen yapacaksın, pilavı ne zaman sen pişireceksin, ayranı ne zaman sen karacaksın, soframızı ne zaman sen kuracaksın? Evimin diyorum, Rahime, evimin kapısını, akşam döndüğümde eve, ne zaman sen açacaksın?

Hatip Ekinci

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir